Enerjide dönüşümün hızlı yaşandığı yenilenebilir enerji kaynaklarının arka planına bakmadan yatırımların yapıldığı bir dönemdeyiz. Yenilebilir enerji kaynakları ülkemiz için ne kadar önemliyse, bunları olabildiğince kendi imkânlarımızla yapabilmek, teknoloji kullanımında dışa bağımlı olmamak da son derece stratejiktir.
Rüzgârımızı, güneşimizi yabancı ülkelerin teknolojilerini transfer ederek, onların iş gücüne ve fabrikalarına finans sağlayarak enerjiye çevirmeye kalktığımızda yine dış ticaret açığı, yine dışa bağımlılık söz konusu olmuyor mu?
Bu sebeple Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın geçtiğimiz hafta tanıtımını yaptığı Ulusal Enerji Planı “2035 Vizyonu” yaklaşımına herkesin üzerine düşen oranda destek olması icap eder. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı başta olmak üzere diğer ilgili kurumların sorumluluk alarak, yenilenebilir enerji kaynaklarında kullanılacak teknolojilerin yerlileşmesi ve mevcut yerli teknolojilerin de kullanılabilmesi yönünde düzenlemeler yapmaları icap ediyor.
Türkiye Rüzgâr Enerjisi Birliği (TÜREB) Başkanı İbrahim Erden’in bu hususta yaptığı açıklamalar var. Türkiye’nin 2053 net sıfır emisyon hedefleri doğrultusunda rüzgar enerjisinin çok daha fazla öncelik verilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Fakat yerli teknoloji yaklaşımı da kesinlikle ihmal edilmemelidir.
Ülkemizin rüzgâr enerjisi potansiyeli yüksek, fakat bunu gerekçe gösterip yerli katkı için yeterli hazırlıklar yapılmadan yola çıkılması halinde gelecekte sıkıntı yaşayacağımız unutulmamalı. Mesela kurulu rüzgâr enerjisi kapasitemiz 2024 itibarıyla 13 gigavata ulaşmış. Bu yatırımlarda yerlilik oranı nedir? Bu hacme ulaşırken teknoloji tarafında neler kazandık? Yenilenebilir enerji teknolojilerini ne kadar para harcadık? Bu sorulara da cevap aranması şart.
TÜREB tarafı kapasitenin daha da artırılması için lisanslama süreçlerinin hızlandırılması, yerli üretim kapasitesinin güçlendirilmesi gibi detaylara dikkat çekiyor. Ancak yerli üretimde millilik de önemli. Yerli üretim adı altında Alman, Danimarka ve Çin gibi ülkelerin şirketleri pazarımızda etkinse, Türkiye olarak bir şeyleri eksik yaptığımızı söyleyebilir miyiz?
Sektör yetkilileri yenilebilir enerji santrali yatırımlarının teşvik edilmesini istiyor. Daha uzun vadeli ve sabit fiyatlı devlet destekli alım garantileri sağlanmasını bekliyor. Fakat bu isteklerin sürdürülebilir olması için yenilebilir enerji teknolojilerine milli katılımı da programlarına almaları gerekmez mi?
Ayrıca TÜREB yetkilileri Deniz Üstü Rüzgâr Enerjisi (DRES) potansiyelinin de daha fazla değerlendirilmesi istiyorlar. Fakat karadaki Rüzgar Enerji Santrali (RES) yatırımları bitmeden, karaya göre 3 kat daha maliyetli olan DRES için acele edilmesi acaba ne kadar mantıklı?
TUREB Başkanı Erden bir yandan da Çin etkisinin sektör için zorluklar oluşturduğuna vurgu yapıyor. Erden’in, “Özellikle türbin, jeneratör ve kritik bileşenlerin yerli üretimi konusunda teknolojik bilgi birikimi eksikliği ve sermaye maliyetlerinin başlıca zorluklar arasında yer alıyor.” İfadeleri önemli.
Zorlukların aşılması için Ar-Ge yatırımlarının artırılması, üniversite-sanayi iş birliğinin güçlendirilmesine işaret eden Erden, devletin teknoloji transferini teşvik edecek politikalar geliştirmesi gerektiğine dikkat çekiyor. İşte bu noktada genel ifadeyle devlet ibaresi yerine sektör yetkililerinin daha açık olarak kurumları adreslemeleri iyi olacaktır. Aksi halde kimse üzerine bir sorumluluk almıyor!
Yerli üreticilerin uluslararası pazarlara erişimini kolaylaştıracak ticaret anlaşmaları ve teşvikler elbette önemli, fakat ilk önce ülkemizde kullanılacak sistemlerde kendi şirketlerimizin ürünlerini devreye alacak düzenlemelere ihtiyaç var.
Türkiye’de RES teknolojilerinde kimlerin etkin olduğu malum. Henüz Türk şirketlerinin fazla bir ağırlığı yok. Yerli üretim var, ama milli teknoloji yok. RES teknolojisinde yerlilik anlamında önemli bir mesafe kat edilmiş olabilir. Mesela yurtdışından ithal edilen güneş hücreleriyle de 96 adet güneş paneli yapan şirket var. Bunu nasıl izah edeceğiz? Kritik teknoloji geliştirmede, kritik bilişenleri üretme noktasında kendi şirketlerimizi destekleme, onların yurtdışına açılmasını sağlama anlamında bir strateji gerekiyor.
Rüzgâr türbini konusunda ASELSAN’ın ve bazı Türk şirketlerinin çalışması olmuştu. Türkiye’de piyasaya sokmamak için ilginç hadiselere muhatap olduklarını biliyorum. Bir hadiseyi TEI Genel Müdürü Mahmut Akşit'ten dinlemiştim. Ülkemizi bu alanda dünyada rekabetçi yapmak istiyorsak, önce kendimiz bu ürünleri bahaneler üretmeden kullanmalıyız.
Bu sebeple Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın açıkladığı, yatırım için önü arkası belli olan Ulusal Enerji Planı ‘2035 Vizyonu” önemlidir. Toplamda 120 gigavat olması hedeflenen yenilenebilir enerji kapasitesi söz konusu. ‘Süper İzin’ prosedürüyle de RES izin sürelerinin 1,5 ile 2 yıl ile sınırlandırılması planlanıyor. Bu büyüklükte bir yatırım için devletin ilgili kurumları ve sektör yetkilileri ortak hareket ederse ciddi anlamda teknoloji kazanımı olabilir.
Ayrıca enerji teknolojilerini ithal ederek bağımlılık şeklinin değiştirmenin anlamsızlığını anlatmaya gerek var mı?
Madenlere bağımsız denetçi!
Ülke olarak yeraltı kaynaklarını değerlendirmede başarılı değiliz. Başarmak içinde maalesef ortak bir yaklaşım yok. Herhangi bir madende çeşitli sebeplerden bir kaza olduğunda ilk akla gelen o madenin kapatılması oluyor.
Bu işleri yıllardır başarıyla yapan gelişmiş ülkeleri, başarılı şirketleri ve en son teknolojileri araştırmak yerine “bir şey yapmayalım” eğilimi gösteriliyor. Bunu da çevre, doğa gibi bahaneleri ileri sürerek Türkiye’nin kendi kaynaklarını değerlendirmesini istemeyenler dillendiriyor.
Günümüzde yeraltı kaynakları, madenler, nadir metaller çok stratejik önemde. Çünkü bilişim teknolojilerinde, savunmada, en hassas yerlerde oldukça değerli ve pahalı olan bu ürünler kullanılıyor. Çağımızda gelişmenin, bağımsız hareket edebilmenin en önemli unsurlarından birisi artık nadir metaller. Geçen asırda petrol ne anlama geliyorsa günümüzde nadir metaller aynı konumda. Elektrikli araçların en önemli bileşenleri de cep telefonlarının parçaları da bu nadir metallerden oluşuyor.
Durum böyle olunca ülkemiz yeraltı zenginliklerinin, madenlerinin değerlendirilmesi için kim kafa yoruyor, fikir geliştiriyorsa dikkatle dinlemek durumundayız. Hatta bunun için özel araştırma kurumlarımızın olması da gerekir. Madenleri sürekli olarak kazalar üzerinden konuşmak yerine dünyanın gittiği tarafa bakıp, pozisyon almamız şart.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye Madenciler Derneği (TMD) Başkanı Mehmet Yılmaz’ın, maden kazalarının önüne geçmek ve madencilik sektörünü iyileştirmek için bağımsız denetim kuruluşlarına ihtiyaç olduğu yönündeki tespiti çok değerlidir. Acilen ilgili kurumların dikkate alması yerinde olacaktır.
Madencilik için ABD, Kanada, Avustralya, Çin ve Rusya’dan örnekler veren Yılmaz’ın açıklaması şöyle: “Hiç istisnasız bağımsız denetim kuruluşlarına ihtiyacımız var. Yerli ve yabancı uzmanlar karışık bir ekip olması gerekiyor. Bu ülkelerle uluslararası heyetler oluşturmak mümkün, sadece bunu yönetim ve finansal açıdan yapılandırmak gerekiyor.” Sonuna kadar katılıyorum. Daha fazla gecikmeden gerekli düzenlemelerin yapılmalıdır.
Böylece ülkemizde nitelikli bir maden yol haritası ortaya çıkar. İşin uzmanlarının tespitleriyle madenciliğimiz gelişir. Yeraltı zenginliklerimizden tüm ülke faydalanır. Üzücü hadiseler de ortadan kalkar. Bir kaza anında ülke olarak benimsen “bütün madenleri kapatalım” refleksi de daha makul ve mantıklı yaklaşımlara yerini bırakır.
Madencilik sektörü için ihracat hedefinin 15 milyar dolar olabileceğine işaret ediliyor. Çünkü bu hedefe ulaşacak potansiyelimiz var. Fakat mevzuat engelleri söz konusu. İşe mevzuatlardan başlanırsa, ihracatımız da 4-5 milyar dolardan kısa sürede 15 milyara çıkabilir. Böyle bir imkândan neden mahrum olalım?