Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Van’ın göğünde karabulutlar var. Pencerenin önüne oturmuş bu yazıyı yazıyorum. Tam karşımda Artos dağı... Yarısına kadar sise gömülmüş. Eteklerinde makasla kesilmiş gibi beyaz şeritler uzanıyor enlemesine; dağın kendisi pamuğa sarılmış gibi.

        Şehre pis bir yağmur yağıyor. Edremit’e doğru uzanan cadde coşkun nehir gibi, arabalar akıyor durmadan su sıçratarak. Solumda göl…

        Bu şehre ilk gelişim dün gibi gözümün önünde… Orta mektep öğrencisiydim. Elime kim tutuşturmuştu biliyorum. Siyasi bir abi Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?” romanını vermiş, arkasından sıkı sıkıya tembihler gibi, “Lenin yoldaş bir okula gitmiş, elinde bu roman, okuldaki çocuklara aranızda bu kitabı okuyan var mı diye sormuş, kimsenin okumadığını görünce de ‘yazık, orta okula gelmişsiniz, hâlâ Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanını okumamışsınız’ demiş. Bu kitabı okumanın tam sırası” demişti bana. Ben de Yar Yayınları’ndan çıkan iki ciltlik romanı almış, koşa koşa eve gitmiş, büyük bir iştahla okumaya başlamıştım. Uzun bir yaz öğleden sonrasıydı. Kitabın birinci cildi bitti, ikinci cildine başladım, bir ara gözüme bir perde indi, elimle gözümü ovuşturdum, kan geldi elime. O sırada annem girdi içeri, gözünden kan akan oğlunu görünce kitabı aldı elimden duvara fırlattı, “Oğlum kör oldu” diye ağlamaya başladı. “Ben sana bu kadar okuma demiştim” dedi panikle, onu teselli etmek bana düştü. Göz doktoru yoktu Hakkari’de, sevincimden havalara uçtum, mecburi Van’a gidecektim, ne çok görmek istiyordum gidip görenlerin durmadan güzelliğini anlattığı şehri; beni Van’a getirdi ağabeyim ertesi gün aceleyle.

        Bu şehre ilk gelişimi Rus yazar Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?” romanına borçluyum ben de.

        Hakkari’den sonra, hayatımda gördüğüm ikici şehirdir Van. Deniz mi güzeldi, şehir mi güzeldi, çocukluk mu bilmiyorum şimdi.

        *

        Çernişevski’nin romanının özgün adı “Ne Yapmalı?”dır. Muhtemelen bu romandan ilhamla, Lenin’in de bu isimde bir kitabı var. Lenin’in kitabı Çernişevski’nin romanından önce Türkçeye çevrildiği, o dönemin egemen zihniyetinde “ağadan büyük ağa” olduğu için 1972’de çevrilen Çernişevski’nin kitabının adını değiştirerek “Nasıl Yapmalı?” yapmışlar Türkçede.

        Çernişevski Rusya’da serfliğin kaldırılmasından iki sene sonra, 4 Aralık 1862 ile 4 Nisan 1863 arasında dört ayda hapishanede yazmış “Nasıl Yapmalı?”yı. Çok kısa sürede yazılmış olan roman çok uzun yıllar boyunca birçok Avrupa ülkesi ve Rusya’daki devrimcilerin “siyasi eğitim kitabı” olmuş, büyük tartışmalara yol açmış, Lenin ve Rosa Luxembur gibi siyasi şahsiyetleri, Tolstoy, Dostoyevski ile İsveçli yazar August Strindberg gibi büyük yazarları etkilemiş. Kitap, Sovyet döneminde Bolşevik ideolojisinin ilham kaynağı olarak ilgi görmüş, okunması mecburi kitaplar listesine girmiş, edebiyat alimi Joseph Frank'e göre “bu kitap Karl Marx’ın Kapital’inden çok daha fazla bir etkiyle, sonunda Ekim Devrimi’ni yaratacak olan duygusal dinamiği” harekete geçirmiştir. Bizim edebiyatımızda, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında “Ne Yapmalı?” başlıklı beş sayfalık ironik bir metin var; Lenin’den değil de Çernişevski’den ilhamla yazıldığı belli olan bu metne de geleceğim.

        *

        Kırk beş sene önce okuduğum romanın sesi hâlâ kulaklarımda. Romanın başkahramanı Vera Pavlovna adında bir kadındır. Özgürlüğün kadınlar için olmadığı, söz ve seçim hakkının bulunmadığı Rusya’da Vera’ya annesi baskı yapar. Kadın sorunu romanın ana meselesidir. Bir aşk üçgeni etrafında gelişen hadiseleri anlatırken yazar sık sık araya girer, okurla sohbet eder, bazen okuru kızdırır, bazen sevindirir. Bazen anlattığı hikâyeden koparıp bambaşka bir yere götürür, bazen de merakına dair küçük ip uçları verir eline, bir şeyleri açıklamak zorunda kalır. İş hayatında olsun, aşk hayatında olsun, gündelik hayatta olsun hepimiz sık sık “ne yapmalı?” sorusunu sorarız kendimize. İşte roman bu soruların cevaplarıyla meşgul bir romandır. Kafamızdaki sorulara o kadar güzel cevaplar verir ki bilim adamı yazar, okurken “ben de tam böyle düşünmüştüm, tam da böyle yapmalıyım” dedirtir insana. Kitapta her şey çok sırdandır. Akıl dışı hiçbir şey yok; entrika yok, macera yok, kin yok, nefret yok… Her şey sıradan ve insanca… Bütün kahramanları; kötüyse gerçek hayatta olduğu kadar kötü, iyiyse de gerçek hayatta olduğu kadar iyidir.

        Romanda yazar, okura sık sık sorular sorar. Şunlara benzer sorular mesela: “İnsanları böylesine rezilleştiren bu zenginlik nereden gelmiş, niçin var? Yoksullar neden bir türlü yoksulluktan kurtulamıyorlar? Neden çevremizde zenginler kadar rezil ve ahmakça davranan bu kadar çok yoksul var? Yaşamak için ne yapmalı? Zorbalara karşı nasıl mücadele etmeli? Hayatı nasıl bölüşmeli? Acıya nasıl katlanmalı?”

        Bütün bu sorulara Çernişevski tatlı tatlı cevaplar verir romanın kahramanı haline getirdiği bilim adamı yazar aracılığıyla.

        *

        Dostoyevski “Bir Yazarın Günlüğü”nde Çernişevski’den sevgiyle bahseder. Oysa fikirleri tam zıttır. Çernişevski ütopik sosyalist, Dostoyevski ise dindar bir milliyetçidir. Sibirya’daki sürgünlüğünden sonra onunla arada bir karşılaştığını hatta bir kez, kapısına sıkıştırılan abuk sabuk bir devrimci bildiriyi ona şikayet etmek üzere evine gittiğini, bir süre sohbet ettiğini de anlatır Dostoyevski.

        Derler ki, Çernişevski “Nasıl Yapmalı?”yı Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ına, Dostoyevski de “Yeraltından Notlar”ı Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?”sına cevap olsun diye yazmıştır. Dostoyevski bu romanında Çernişevski’nin batıcı-devrimci fikirlerini ele alır ve onları yerden yere vurur. Çernişevski’nin kahramanı Vera Pavlova’nın rüyasında “sırça köşkler” var. Dostoyevski bu “sırça köşklere” karşı “yeraltını” koyar. Çernişevski son derce iyimserdir, ona göre insan doğuştan iyi ve akılcıdır, ona doğru yol gösterilirse, bilim öğretilir, iyi eğitimden geçirilirse, her kesin mutlu yaşadığı müreffeh bir toplum kurabilirler. İnsan cahil olduğu için kötülük yapıyor, kötülüğün önüne geçmenin tek yolu eğitimdir. (Her şeyin başı eğitim!) Dostoyevski ise bu fikre uzaktır. Onun dünyası kapkaranlıktır, insan berbat bir yaratıktır, içinde devamlı zıt kutuplar çarpışır ve esas olan bu zıt yönlerin çatışmasıdır. Ona göre insan yaşadıkça bu dünyada cennete kavuşmayacak, tam tersine kapkaranlık yeraltında cehennemden farksız bir hayat sürdürecek. Bunu göstermek için de Çernişevski’nin ideolojisini benimsemiş bir karakter seçer kendine; onun çelişkilerini, çıkmazlarını ortaya çıkarır, böylece determinizmle özgürlüğün bir arada duramayacağını kanıtlamaya çalışır “Yeraltından Notlar”da. Yeraltının adamı bir şey olmak için uğraşıp durur roman boyunca. Fakat yazarın deyişiyle bir “haşere” bile olamaz. Birisi ona “çok tembelsin” dese dünyalar onun olacak, ama bunu bile diyen yok ona.

        *

        Oğuz Atay’ın, “Tutunamayanlar” romanının 93’ncü sayfasında başlayan “Ne Yapmalı” başlıklı bir metin vardır. Atay’ın bu romanı yazdığı dönemde Türkiye’de solcu sosyalistlerin hem kendine hem de birbirlerine en çok sordukları soru buydu. (“Ne Yapmalı?” diye önce kendilerine sorar, cevaben de “Ne Yapmalı?’yı okumalıyız derlerdi!) Bu soru Çernişevski’den mülhem Bolşeviklere geçmiş, Lenin Çernişevski’den ilhamla bu isimde bir kitap yazdıktan sonra da bizim sosyalistlere geçmişti muhtemelen.

        “Bir şeylere tutunmak için çırpınıp duran” romanın kahramanı Selim Işık’ın yazdığı metin “Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi?” sorusuyla başlar, arkasından başka sorular gelir:

        “En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çekidüzen vermeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi?”

        İntihar etmiş olan Selim Işık kendini “Hiçbir şey için” yeterli görmez.

        Başkalarına söyleyecek bir sözü olabilmesi için önce kendine söz geçirmesi gerektiğine inanır.

        Şöyle devam eder:

        Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.”

        Tekrar aynı soruyu sorar: O halde “Ne yapmalı?”

        Cevabı şöyle:

        “(…) Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.

        Karşılıklı güven ve dayanışma ancak böyle bir sorunun varlığını duyduktan sonra söz konusu olabilir. Fakat, bütün bu sorunlarını yalnız başına çözeceksin. Bunalımlarını, komplekslerini ve buhranlarını birlikte çalışacağın insanlara iletmeyeceksin. Kurulacak örgütü bir düşkünlerevine çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Birleşecek kişiler önce birleşecek güçte olmalıdırlar; önce bu duruma gelmelidirler. Onlar, yeni düzenler kurmak ve ilerlemek için birleşeceklerdir; körle kötürümün yoldaşlığı gibi bir iş için değil! Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.”

        “Kurtuluşa” öncülük edecek örgüte dair Selim Işık’ın kafasında bir model var. Küçük küçük örgütler bir araya gelecek, büyük bir topluluk oluşturacaklar. Bu topluluğun çalışma usullerine dair uzun uzun izahatlara girişir, görev ve sorumlulukları belirler. Bir parti programını yazar gibi ki bu romanın yayınladığı yıllarda herkes bu tür sorunlarla meşguldü. Orta yerde bir yığın parti, oluşum ve fraksiyon vardı, herkes devrime giden yolun rotasını kendine göre çiziyordu. Bu karmaşanın içinde, iki kişinin bir araya gelip bir meselede anlaşamadıkları bir ortamda Selim Işık’ın kendine has parlak fikirleri vardı. Tıpkı Çernişevski’nin romanını yazdığı tarihten Bolşevik devrimine kadar geçen sürede Rus entelektüellerinin kafasındaki fikirler gibi. “Temel ülkü” memleketin kurtuluşudur ancak bunun yanında bir de “ekmek kavgası” var. Bunun için tutulacak yolu şöyle çizer Selim Işık:

        “Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler, onu bazı ilişkiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dışında devam edecek herhangi bir eylemden kaçınmalıdır birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesinlikle sakınmalıdır. Yalnız, bunu yaparken, çevreyle ilişkilerini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine karşı dargınlık, kuşku ve kızgınlık yaratmamaya çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir yakınlık kurmalıdır onlarla.”

        Birey her şeyden önce o zamanlar “burjuva alışkanlığı” denilen “kumar, içki ve fazla eğlenceyi” bir kenara bırakacak, “Bu çeşit tutkular, özellikle umutsuz günlerde bireyin yakasını bırakmaz: Umutlu günlerde kurtulmalıdır birey onlardan.”

        Bireyin “toplu çalışmalar” için “tek başına” yapacağı çalışmalar da var, bu çalışmalar “ne yapmalı?” sorununun önemli bir bölümüdür:

        “Kendi değerini eksiksiz bilen ve her an bu değeri, yeni şartların ışığında eleştirebilen bir kişi ne yapmalı, ne yapmalı diye bocalamaz. Düzenli bir çalışma düzeyine girebilmek için üç temel sorunu çözümlemek gerekir:

        a) Kendini iyi tanımak (…) b) Kendini eleştirmek (….) c) Dış etkenlerin uyutucu durgunluğuna kapılmamak.

        Ülkemiz, bugün için durgun bir toplum düzeni içindedir ve insanı toplumsal çalışmalara itecek bir dış etkenin yok olduğu söylenebilir. Peki ne yapalım o halde? Olayların bizi hazırlıksız yakalamasına fırsat mı verelim? Yoksa tehlikesiz çalışmalarla o zamana kadar kendimizi avutalım mı? Bence hemen köklü bir çalışma dönemine girelim. Ben de bu satırları yazar yazmaz söylediklerimi uygulamaya girişeceğim hemen. Daha fazla oyalanmayayım. Müsaadenizle.”

        *

        Selim Işık’ın çizgili bir deftere yazdığı sekiz sayfalık bu çocuksu metni arkadaşlarına okusaydı eğer alay konusu olurdu diye düşünür Turgut Özben.

        Oysa Oğuz Atay’ın büyük bir ironiyle romanına aldığı bu satırlar, o dönem pek alaya alınacak satırlar değildi aslında. Zira herkes bu saçmalıkları büyük bir ciddiyetle yazar, dernek binalarında, toplantılarda okuyarak “devrimci kişiliğin” profilini çizer, herkesin onun izah ettiği, kafasındaki kalıba dökülmesini isterdi.

        *

        “Ne yapmalı?” sorusu Türk münevverinin Tanzimat’tan beri durmadan sorduğu bir sorudur. Her meşrepten, her siyasi fikirden farklı farklı gruplar her devirde bu soruyu kendine sormuş, bulacağı cevap ışığında “memleketi” ve “halkı” kurtarmaya kalkışmıştır. İşin ironik yanı ise, halkın bir türlü onların istediği gibi kurtulmak istememesidir.

        *

        Yazı bitti, yağmur hızını arttırdı. Artos dağı tamamen sisin içinde kayboldu. Şehir yağmura teslim oldu. Hakkari’ye giden yola baktım bir süre pencereden. O gün, Çernişevski’nin beni bu şehre getirdiği gün; göz doktoruna muayene olmuş, doktor korkulacak bir şey olmadığını söylemiş, ben yine de gözlükçüde bir güneş gözlüğü almış, Toplum Kitabevi’ne uğramış, Yaşar Kemal’in “İnce Memed”inin ikinci cildini almış, otobüse binmiş, otobüs hıçkıra hıçkıra, aksıra tıksıra, sarsıla sarsıla altı saat süren bir yolculukla beni memleketime götürmüştü.

        Beni ilk defa Van’a götüren Çernişevski’ye hep minnettar kaldım o günden bugüne.