Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Yılmaz Karakoyunlu'dan öğrendiklerim!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ben Yılmaz Karakoyunlu’yu, 1989 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanmış ilk kitabı “Salkım Hanımın Taneleri”yle değil, 1991’de çıkan “Üç Aliler Divanı” romanıyla tanıdım.

        Beyaz bir fon üzerinde iç içe geçmiş kırmızı, gri, sarı üç halkanın bulunduğu kitabın kapağı, Sadık Karamustafa’nın tasarımıydı… Simavi Yayınları basmıştı. Aldığım gün dün gibi aklımda, böyle ıslak bir akşamüzeri, kitapçıdan çıkmış, Sıraselviler’den Çukurcuma’daki eve yürümüş, kitap elimden düşmemiş, o gece bitirmiştim.

        Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’den oluşan “Üç Aliler Divanı”, Atatürk’e karşı tertiplenen İzmir Suikastından sonra Azrail’in kılıcını eline almış, önüne geleni biçmişti. Kazım Karabekir, başvekil İsmet Paşa’nın ricası üzerine “Üç Ali”nin hışmından kurtulmuş, bu hadise üzerine İsmet Paşa azar işitmiş, bundan sonra “divanın” hiçbir işine karışmayacağını yazılı bir vesikayla beyan ederek işine bakmıştı. Adı “mahkeme” olan Üç Aliler Divanı, Fransız İhtilali sırasında kurulan “İhtilal Mahkemeleri”nden esinlenmiş, 1937’de mutlak iktidarı önünde tehlike teşkil eden “yoldaşlarından” kurtulmak isteyen Stalin’e esin kaynağı olmuş, Stalin’den de bir ara “halk mahkemeleri” adıyla bizim maceracı solcu teşkilatlara sirayet etmişti. Bu silsile varlığını hâlâ sürdürüyor mu bilmiyorum ama bütün bu zincirin teorisini oluşturmuş Robespierre’in, Karakoyunlu’nun romanında karşıma çıkan ve o günden bugüne bir daha da aklımdan çıkmayan “Halk mahkemesinin olduğu yerde hakka bakılmaz,” sözüydü. Devrim yapanlar, devrim kökleşinceye kadar “sadakat” değil, “itaat” isterler. Sadakat kolay ama “itaat” biraz “zor” ister. Bu yüzden inkılapçılar her zaman “zora” gereğinden fazla “romantik” bir “rol” biçerler.

        *

        O zamana kadar Yılmaz Karakoyunlu diye bir yazarın adını duymamıştım. “Salkım Hanımın Taneleri” “Üç Aliler Divanı”ndan bir yıl önce yayınlandığı halde dikkatimi çekmemişti. Beni ona götüren kitabın adıydı sanırım, içinde “divan” ve “üç Ali” gibi kışkırtıcı kelimeler vardı; kitabı almamak mümkün müydü?

        İttihatçıların biti kanlanmasın, Terakkiperver Fırka gibi “masumane” isimler altında bir daha fitne fesat çıkarmasınlar diye ipi eline alıp, karşılarına çıkan herkesin boynuna dolayan Üç Ali’lerin asmak için bir suç arayıp durdukları Maliyeci Cavit’in hikayesiydi romanın ana aksını oluşturan. Cavit Bey önemli bir İttihatçıydı, Maliye Nazırlığı yapmıştı, çoğu “ümmi” ittihatçıların içinde “müktesebatı” yeterli, yetenekleri en fazla, sağ kalırsa eğer “tehlike” oluşturacak belki de yegâne şahsiyetti. Ama isnat edilecek suç yoktu ellerinde. Önce İzmir yolu göründü ona da. Yakaladıklarının çoğunu İzmir’de astılar ama Cavit Bey’i Ankara’ya götürdüler. Şu çok netti; olur da Cavit Bey, Üç Ali’nin elinden kurtulursa, yarın öbür gün kıyıda köşede kalmış muhalifler örgütlenip bir kalleşliğe daha kalkışırlarsa eğer, Cumhurbaşkanı adayı olabilecek niteliklere haiz tek kişiydi. Bu yüzden mutlaka onu ipe götürecek bir suç isnat edilmeli ve asılmalıydı. (Stalin, “tek ülkede sosyalizm” diye özetlenebilecek “Stalinizmin” fikir babası, Bolşevik devriminin en kudretli aktörlerinden arkadaşı Buharin’i 1938’de kurşuna dizdirirken, memlekette yetişen buğdayın genetiği ve inşa edilen denizaltının boyutlarıyla oynamak gibi bir suç bulmuştu ona mesela.) Sonunda aradıkları suçu buldular: Gazi’yi İzmir’de öldürmek için Kara Kemal ve diğer ittihatçı silahşorlar Cavit Bey’in evinde toplanmış, suikast kararını onun direktifleriyle almışlardı! Bu da idamı için yeterliydi! Oysa bizzat, Kel Ali’nin deyimiyle, “Ne müktesebatı ne görgüsü, en önemlisi ne de cesareti intikam peşinde koşmaya müsaitti” Cavit Bey’in…

        Kitabı okuduktan sonra, “Üç Aliler” divanını roman yapan şeyin ne olduğunu zaman içinde anladım. Zira anlatılanların bir benzerini Kemal Tahir daha önce uzun uzun “Kurt Kanunu”nda anlatmıştı. Ama “Üç Aliler Divanı”“Kurt Kanunu”ndan ayıran, romanın kahramanlarından Maliyeci Cavit ile Aliye Hanım’ın trajik aşkıydı. Tutuklanıp idam edilinceye kadar arada geçen kısa sürede birbirlerine yazdıkları mektuplardı. Aliye Hanım, Cavit Bey Maliye Nazırıyken, Şehzade Burhaneddin Efendi’yle evliydi. Osman adında bir de oğulları vardı. Cavit Bey’le Burhaneddin Efendi de yakın dosttu, sık sık evlerine girip çıkardı Cavit Bey… Tabi ki arkadaşının karısına göz dikmemişti ama o evde yapılan sohbetler Aliye Hanım’ı derinden etkilemişti. Uzun hikaye… Aliye Hanım ile Burhaneddin Efendi gün geldi boşandılar, işte Cavit Bey’le olan aşkı bundan sonra başladı. Evlendiler, onların da bir çocuğu oldu, ona da Osman Şiar adını verdiler. Ankara’da bir hücrede, “bugün yarın salıverecekler, çok sevdiğim eşime ve henüz iki yaşındaki oğluma kavuşacağım” diye beklerken aniden üstündeki pijamayla kendini idam sehpasının önünde bulan bir adamın hikayesini yakalarsan eğer, fona hangi hadiseleri yerleştirirsen yerleştir, ondan iyi bir roman çıkarmak mümkündür eğer iyi bir yazarsan.

        İdama giderken oğlu Şiar’ı, yakın arkadaşı Hüseyin Cahit Yalçın’a teslim etti Cavit Bey. Şiar, Hüseyin Yalçın’ı babası bildi, Hüseyin Bey evlat edindi onu; zaten daha sonra yedi dil öğrenen, bir yığın meziyetinin yanında satranç ve briç oyunlarını bu memlekete sevdiren, bir ara Cumhuriyet gazetesi için dünyanın en zor bulmacalarını hazırlayan Şiar Bey, Hüseyin Bey’in “Yalçın” olan soyadını taşıdı hayatı boyunca.

        *

        “Üç Aliler Divanı” beni “Salkım Hanımın Taneleri”ne götürdü. Orada bu kez başka bir faciayla, Varlık Vergisi’yle tanıştırdı beni Yılmaz Karakoyunlu. Okumam yine aynı seneye rastlar romanı, “Üç Aliler Divanı” biter bitmez… Açık söyleyeyim, bu faciayı ayrıntısıyla bu romandan öğrendim. Daha önce bölük pörçük bilgiler duruyordu hafızamın bir yerinde ama bir Ermeni terörist tarafından öldürülen Talat Paşa’nın yıllardan beri Berlin’de bulunan naaşını Naziler, gamalı haçla süsledikleri bir vagonda Sirkeci Garı’na gönderdikleri gün Haydarpaşa Garı’ndan kalkan bir tren Varlık Vergisini ödeyememiş gayri Müslim mükellefleri Aşkale’de kurulmuş çalışma kampına götürdüğünü o romandan öğrendim mesela. Akademik bir çalışma olan Rıdvan Akar’ın kitabı bir sene sonra çıktı piyasaya. O zamana kadar okuduğum “toplumcu gerçekçi” diye göklere çıkartılan Türk romanları bu tür meseleleri konu yapmıyorlardı. Kemal Tahir'i dışında tutarsak, elime geçenlerin derdi, varsa yoksa, kaymakamla öğretmeni yüceltmek, imamla ağayı kötülemekti. İmamla ağa gerici, kaymakamla öğretmen ilericiydi çünkü. (Yakın dönemde de bir “kaymakam-imam” vakasının yaşanması tesadüfi değildir, ideolojinin genetik zinciri böyle dizayn edilmiş demek ki.) Gerçi Kemal Tahir “Namusçular” romanında; Rıfat Ilgaz “Karartma Geceleri”nde; Attila İlhan “Yaraya Tuz Basmak”ta bu verginin yarattığı korkunç sonuçlardan birkaç paragraf da olsa bahsetmişlerdi ama bu facianın gerçek boyutlarını edebiyat yoluyla bize gösteren ilk roman “Salkım Hanım’ın Taneleri”ydi. Düzene başkaldıran, onu devrim yoluyla kökten değiştirmek isteyen, “geçmişi bilelim de geleceği öyle kuralım” gibi albenili sloganlarla ahaliyi galeyana getiren solcu yazarlar değil; bürokrasiden gelip siyasete giren, oradan başbakan yardımcılığı ve devlet bakanlığına kadar yükselen, herkesin sağcı bildiği (oysa o kendine “liberalim” diyordu), bir politikacı-yazarın “İstiklal Mahkemeleri”ni, sonra “Varlık Vergisi faciasını”, arkasından da 6-7 Eylül hadisesini romanlaştırması her açıdan ilginç değil mi? Karakoyunlu Varlık Vergisini romanında şu cümleyle özetlemişti: “…Başvekil, (Saraçoğlu) İstanbul’dan on beş günde üç yüz milyon lira istiyordu. Cumhuriyet’in on yılda topladığı verginin yarısını on beş günde almayı kafasına koymuştu.” (Salkın Hanım’ın Taneleri, s.71). Yine, bir yakın tarih hadisesinden roman çıkaracak bir malzemeyi ele almıştı Karakoyunlu. Romanda facianın yarattığı dramdan çok, bu verginin mağdur ettiği ekalliyetlere mensup zengin ailelerin; bir zamanlar Anadolu’dan gelip bu ailelerin yanında şoförlük, bahçıvanlık gibi çeşitli işlerde çalışan köylülerin el koydukları mallarıyla zenginleşmelerini anlatmıştı. Varlık Vergisi belki devletin kasasına savaş yılları kıtlığında bir miktar paranın girmesini sağladı ama toplumda korkunç bir “ahlaki erozyona” da sebep olduğu başka bir gerçek. Bu vergi sayesinde birilerinin malına yok pahasına “çökerek” zenginleşmiş türedi bir güruh, bütün kültürsüzlüğüyle her şeye egemen oldu ve bu egemenliğin etkileri bugün de sürüyor birçok alanda.

        *

        Bu romanı okuduktan sonra mecburi sebeplerden gazeteciliği bırakıp Manajans’ta reklam yazarlığı işine başladım. Patronumuz Eli Acıman’dı. Romanın etkisiyle bulduğum her fırsatta, babasının da mağduru olduğu bu faciayı anlatmasını istedim ondan, fazla anlatmıyordu. Babası Erzurum Aşkale’de çalışma kampında ölmüştü. O sırada Bay Acıman askerdeydi. Tahakkuk edilen vergiyi ödeyemeyen mükellef herhangi bir sebepten ölürse, yerine birinci derceden akrabaları götürülüyordu çalışma kampına. Bay Acıman’ın teskere alacağı gün iki görevli onu Aşkale’ye götürmek için almaya gelirler birliğine. Şoförlüğünü yaptığı Albay haber alınca, teskeresini altı ay uzatır. O süre zarfında da Hitler Rus cephesinde belasını bulunca Bay Acıman da Aşkale’ye gitmekten kurtulur.

        O zamana kadar çalıştığım kurumların içinde sadece Manajans’ta aldığım maaşın tamamını bordromda görebildim yıllarca. Bunun sebebini sorduğumda, gözlerimin içine bakarak, “Ben Varlık Vergisini yaşadım Muhsin,” demişti bana.

        *

        “Güz Sancısı” üçüncü romanıdır Yılmaz Karakoyunlu’nun. 1992’de çıktı, onu da çıkar çıkmaz okudum.

        İşte romandan birkaç cümle:

        “Galatasaray Lisesi'nin önünde birikmiş kalabalık, geleni derin ve biraz da hasetli bakışlarla süzüyor, sokakların tenhalaşmasını bekliyordu. Yüzlerinde bir huzursuzluk, bir beceriksizlik ilk bakışta dikkati çekecek kadar aşikâr ve sabırsızdı.” “... Kalabalık Taksim Meydanı’na yürürken geçtiği her yeri yakıp yıkıyordu... Lion yanıyordu. Birisi bütün vitrinleri ateşe vermişti. Binanın içindeki duman, görülebilecek ne varsa hepsini örtmüştü...”“İnsanların yüzünde sevinç vardı. Vitrinler parçalanmış, eşyalar sokağa dökülmüştü. Müslüman mağazalar bayraklarını asmışlar ve milli bir saygı ümidiyle paçayı kurtarmayı amaçlamışlardı...”“Vilayet binasının etrafını polisler çevirmişti. Adnan Bey, kontrolün elden çıktığı bu hadisede daha fazla görünmek istemiyordu.”“... Küçük bir gözdağı vermenin ölçüleri kaçmış, kısa sürede bir savaş alanı yaratmıştı...”

        Bu kez hadisede açıkça Menderes hükümetinin dahli bulunduğu 6-7 Eylül hadisesini anlatıyordu Yılmaz Karakoyunlu. Bu hadise de Türk romanında o zamana kadar kendine pek bir yer bulamamıştı. Orhan Kemal “Gurbet Kuşları”nda şöyle bir değinip geçmişti, bunun dışında kayda değer bir eser yazılmamıştı “Güz Sancısı”na kadar.

        6-7 Eylül 1955 olaylarının sonucunda “sermayenin el değiştirdiğini” söylese de çoğu kişi, bana göre bu hadisenin en önemli sonucu, o tarihe kadar şık kıyafetlerle çıkılan Beyoğlu’ndaki eğlence mekanları olan kulüplerin el değiştirmesiydi. Bu kulüplerde, gazinolarda, lokantalarda, sinemalarda garson, komi, vestiyer görevlisi, gişeci, bekçi gibi işlerde çalışan köylüler, bu hadiseden sonra bu mekanların sahibi oldular. Yaşama alışkanlığı anlamında kültür bir anda değişti. Şehirli yerleşik değerler kayboldu, her şeye kesif bir sefillik damgasını vurmaya başladı. O mekanların yeni sahipleri de o şık kulüpleri, çok eskiden beri tek bildikleri eğlence mekânı olan pavyonlara dönüştürdüler. Yani anlayacağınız pavyon, “İnci Taneleri” sayesinde hayatımıza giren bir şey değil, çok eskiden beri tanışıyoruz kendileriyle. Ta Çorum’u başkent seçmiş Hititlerden beri üstelik…

        *

        Adnan Menderes’in dramını, bir başka facia olan 27 Mayıs darbesini anlattığı “Yorgun Mayıs Kısrakları”ndan sonra bıraktım Yılmaz Karakoyunlu’yu okumayı. Sonradan, bir başka "yaraya" daha batırdı kalemini; "mübadeleye" dair "Mor Kaftanlı Selanik" adında bir roman ve başka şeyler de yazdı. Ama sanırım bu kadarı bana yeterdi. Bir mülakatında onun da dediği gibi, onun ve benim kuşağıma "Cumhuriyet dönemini sorunsuz bir dönem" olarak okutmuşlardı. Onun romanlarıyla başladı daha sonra adına "helalleşme" denilen süreç. Bir hafıza tazelenmesine öncülük etti; hizmeti büyüktür bence.

        Vefat ettiğini öğrendim birkaç gün önce…

        Bu vefatla çok mühim şeyleri yazmış bir yazarı kaybetmedik sadece, aynı zamanda muhteşem Türkçe konuşan büyük bir belagat ustası da çekip gitti bu alemden.

        Vakti zamanında Refah Partili Şevket Kazan’la çıktığı bir televizyon programında aklımda kalmış bir anekdotla bitireyim yazıyı o halde:

        Şevket Kazan o programda ısrarla soyadını “Karakoyunlu” değil de “Akkoyunlu” diye tekrarlamıştı. Yılmaz Karakoyunlu’ya söz sırası gelince, “Şevket Bey, benim soyadım Akkoyunlu değil Karakoyunlu’dur, ben size Şevket Kepçe diye hitap ediyor muyum?” demişti.

        Nur yağsın kabrine!