Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Uzun bir tatil yaptım. Bir kısmı hayal kırıklığı nedeniyle kalemi kıpırdatacak, klavyeye basacak gücü bulamamaktandı.

        Gözümün önünden filmler geçti.

        Alev Kapanı (1991) geçti.

        Sel (1998) geçti.

        Bülbülü Öldürmek (1962) geçti.

        World War Z (2013) geçti.

        Yani aslında Cormac McCarthy’nin Pulitzer ödüllü romanından uyarlanan distopik gelecek öngörüsü ‘The Road' (2009) geçti…

        Alarm verme eşiğini geride bırakarak kapıda beliren iklim değişikliği gerçeğinin yol açtığı felaketleri yaşadık, doğal felaketleri istismar etmek için araya kendi yangınını da karıştırıp ateşe kaynak yapanları gördük.

        Batı Karadeniz’i esir alan, Sinop, Ayancık ve Bozkurt’taki sel felaketinin boyutlarından sosyal medya aracılığıyla haberdar olduğumuzda insanların 24 saattir çatılarda beklediğini öğrendik.

        Yangının söndürme beceriksizliğine dair ne kadar yönetim zafiyeti varsa canlı canlı izledik.

        Sel felaketinin üzerinden günler geçmesine rağmen hala kaç can kaybı olduğu bilinmiyor.

        Doğal felaketlere insan felaketleri eşlik etti sonra.

        Altındağ Önder mahallesinde facianın, bütün topluma yayılıp kamu düzenini ve güvenini mahvetmesi muhtemel bir felaketin fragmanını izledik. Umarım yanılıyorumdur.

        Sonra, Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesi insanların ülkeyi terk etmek için yığınlar halinde havalimanlarına, sınırlara akın etmesine yol açtı.

        ‘Büyük Kaçış’a, ABD’nin ‘Büyük Satış’ı eşlik ediyordu. Yabancı ülkelerin elçilik misyonu çalışanları iyi uçaklara binip gittiler. Çalışma arkadaşlarının ve müttefiklerinin ‘en önemlilerini’ aldılar, düşük ve orta derecede önemli olanlarını Taliban’ın insafına bıraktılar.

        Her on yılda bir siyasal İslam’ı iflas ettiren Oliver Roy’un kulaklarını çınlattık.

        Tek kurşun atmadan ülkeyi ele geçirdiğine bakarak "Bu bir zafer değil, Afganistan Taliban’a hediye edildi" diyenler olabilir. Ancak Hatice’ye değil, neticeye bakılsın. Taliban devlet başkanının kaçarken çıkardığı topuk seslerinin üzerinde yeniden yükseldi. ABD Afganistan’da oluşunun maliyetine katlanamadığı için oldu bu.

        Altındağ’daki olayların ateşinin harlanmasında binlerce kilometre uzaklıktaki Afganistan’da yaşanan alt üst oluşun etkisi vardı.

        Batılı ülkelerin Türkiye’yi bir mülteci kampı gibi konumlandırdıklarını gösteren fütursuz açıklamalarının sebep olduğu öfke vardı

        ABD’nin Taliban hışmından kaçanlara “Vizeleri Türkiye’den alıverin" diyerek (Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle) Türkiye’ye 51. Eyaleti gibi davranmasının etkisi…

        Ancak hepsinden önce, mekanı cennet olsun, saldırıya uğrayan Emirhan Yalçın’ın hayatını kaybettiği bilgisinin acısı.

        Öfke ile perdahlanan intikam duygusu arttıkça ucuz kahramanlıkların gövde gösterisi de çirkinleşti. Kalabalıklar Suriyelilerin dükkanlarına zarar verip araçlarını yaktılar ve dul kadınların evini yağmalayıp küçük bir çocuğun başını yardılar.

        Maddi, manevi, siyasi, fiziksel ve ekonomik, zihni ve ahlaki, çevresel ve içsel ne kadar zafiyet varsa her biri dans etti yakılan ateşlerin alevinde.

        BU İŞLERE YOL VERİLİRSE TEK ZARAR GÖREN SIĞINMACILAR OLMAZ

        İyi haber şuydu: Her konuda birbirini delice didikleyen solcusu liberali muhafazakarı dindarı toplumcusu devletçisi ve bu kesimlerin önde gelenleri şartlar ne kadar zorlayıcı olursa olsun bir çocuğun kafasının yarılıp kanlar akması ile sonuçlanan Altındağ vakasını hiç değilse sosyal medyada yüksek sesle tel’in ettiler.

        Sığınmacı meselesine bakışı ne olursa olsun pek çok kişinin daha önceki paylaşımlarının aksine vicdan telkin eden bir yaklaşım içine girdiklerini görmek umut vericiydi.

        Kötü haber ise, vandalları tebrik edenlerin, "Bakın bu yapılan haysiyetsizliktir" diyenlere küfür kıyamet dalan seyircilerin sayısının hiç de az olmamasıydı. “Suçun şahsiliği” ilkesi tamamen unutulmuş ya da sanki hiç olmamış gibiydi.

        Oysa ev yağmalama, Suriyeli dövme furyasına yol verilir, makul bakılırsa bu iş yarın ‘herhangi bir yabancı’nın evini basmaya, öteki gün ‘esmer tenli bir başörtülüyü' Arap diye linç etmeye hatta “Aha la, burada da bir PKK’lı oturuyor hadi orayı da…” diyerek Kürt taşlamaya kadar genişleyecek cinnet formlarına kadar gider.

        Abarttığımı düşünenlere “Siz bu milletin cehaletini fazla hafife alıyorsunuz” derim.

        O gece büyük bir tehlikenin eşiğinden dönüldü.

        Ancak tehlike geçti, geride kaldı demek için maalesef erken.

        Saldırganlar gözaltına alındı, çoğunun sabıkalı olduğu ortaya çıktı.

        Ancak gerilimin ortadan kalktığını söylemek mümkün değil.

        Zor zamanlar...

        Ahlakınızı yitirmeden, vandallarla empati yapma sefilliğine düşmeden şöyle bir durup ‘somut vaka analizi’ yapmak gibi bir zorunluluk var.

        Ancak “Kamyonlara doldurup gönderelim Suriye’ye, ölürlerse de ölsünler bize ne” tayfası ile her şey mükemmelmiş, sorun yokmuş ve ırkçılar tatava yaptığı için bir sorun var gibi görünüyormuş rolü yapanlar arasında bir yol olmalı diyenleri bile tu kaka eden bir atmosfer var.

        İktidarıyla ve muhalefetiyle, makul devlet adamları, toplum okuyucuları, entelektüeller hem akla hem vicdana uygun bir çözüm bulmazsa eğer, tehlike bugün sönümlenir, yarın başka yerden patlak verir.

        Hükümetin bu konudaki vurdumduymazlığını, muhalefetin fırsatçılığını şu yazımda etraflıca yazmıştım, okumayanların bu yazıma göz atmasını temenni ederim.

        Devlet bu işi sahiden ciddiye alıp uygulanabilir ve sürdürülebilir bir göç politikası oluşturmayı en temel işi olarak görmeli.

        İran sınırına 152 km duvar örüldü, çaba yok değil. Yeni akınları önlemek için gösterilen gayret önemli, ancak hali hazırda burada olan sığınmacılarla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı arasında oluşmuş gerilimi azaltacak politikalar üretmek daha önemli.

        Entegrasyonundan iskan ve ikametine, sığınmacıların çalıştırılma koşullarını reel enflasyon ve reel işsizlik rakamlarının ortaya koyduğu tabloyu dikkate alarak kaygıları dengeleyen bir çalışma yapmak ve her safhasını şeffaf biçimde kamuoyu ile paylaşmak zorunda.

        İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ GÖÇLERİ DE KAPIDA…

        Suriyelilerin BM’ye göre de, bağımsız insan hakları gözlemcilerine göre de halen güvenli ülke vasfı kazanmamış ülkelerine ‘zorla’ gönderilmeleri kabul edilebilir bir öneri değil.

        Ancak bu ne kadar mümkün değilse Türkiye’nin AB ülkelerinin "Verdik parayı kurtulduk" konforunu temin etme gibi bir zorunluğa mahkum edilmesi de o kadar imkansız.

        Küresel insan mobilizasyonu, küresel terör ağları ile mücadele gibi küresel iklim değişikliği gibi hava ve denizlerin kirlenmesi gibi konular adı üzerinde küreseldir, ulus devlet tanımaz, kendi rotası üzerindeki bütün ülkeleri etkiler ve bütün ülkelerin meseleyi yerinde çözmek için yahut külfeti bölüşmek için ortak hareket etmesini gerektirir.

        Bunca yıl doğru dürüst bir göç politikası oluşturmamış bir hükümetin şimdi toplumsal gerilimle, devlet içindeki dengelerle, genel ekonomik sorunlarla da sınanan; üstelik etnik/mezhebi fay hatlarını da tetikleyen bir meseleyi çözeceğini düşünmek iyimserlik olabilir ama başkaca bir çare de yok.

        Göç Bakanlığı acilen ihdas edilmeli.

        Yanına İklim Bakanlığı da eklenmeli.

        Çünkü göçün tek nedeni iç savaş ya da acımasız diktatörler değil.

        İklim değişikliğinden kaynaklanan gıda ve su krizinin büyük kitlesel insan mobilizasyonlarına, göç hareketlerine neden olması an meselesi.

        Moral bozmak istemem ama işin özü şu: İklim değişikliği ve gıda/su krizlerinin taşıdığı potansiyel tehlike o kadar büyük ki, diğer her şey onunla kıyaslandığında ‘suni gündem’…

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar