Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Oğuz Atay’ın aynı zamanda kendi hocası da olan Prof. Mustafa İnan’ı anlattığı biyografik romanı “Bir Bilim Adamının Romanı” şu paragrafla açılır:

        “Orta boylu, esmer ve ürkek bakışlı genç bir adam, üniversitenin büyük kapısı önünde durdu; ilkyazın sıcak günlerinden biriydi. Yakasını gevşeten bu kılıksız gencin, büyük kapının gerisindeki serinliğe sığınmak istediğini sezen ve çatık bakışlarıyla koyu renk elbiselerinden görevli olduğu anlaşılan biri yolunu kapadı: “Nereye hemşerim?” ‘Nereden hemşeri oluyoruz?’ diye düşündü esmer genç. “Hemşeri olsak yolumu keser miydin?’ (....)”

        Bu paragrafı okuyuncaya kadar meseleye böyle bakmamıştım. Sahiden hemşeriysek eğer, yolumuzu kesen bekçi, memur, kapı görevlisi, her neyse neden bize “hemşerim” diye hitap ettikten sonra hiç düşünmeden “bir yabancı” muamelesi yapar ki? İnsan hemşerisine böyle davranır mı? Değil mi, belli ki o kişi de bekçi, memur, güvenlik görevlisi her neyse bizden kısa bir süre önce gelmiştir bu şehre, büyük şehirde insan hemşerisini gördüğünde ona kötü davranmaz, tam tersine elinden tutar, yol bilmezse yol gösterir, karnı açsa yemek verir, yol yordam bilmezse rehberlik yapar ona.

        Ama nedense kılığından kıyafetinden, dilinden edasından uzaktan gelen kişinin işe yaramaz bir kişi olduğunu şıp diye anlayan bu tecrübeli kişiler, onları bir an önce başlarından savmak için “yanlış adres hemşerim”, “başka kapıya hemşerim” diyerek yanlarından uzaklaştırır.

        Belli ki, Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük ironi ustası Oğuz Atay’ın da kafasını kurcalamış bu mesele ve tutmuş, bence de bu çok mühim soruyu bu önemli romanının giriş paragrafının içine yedirmiş.

        *

        Öteden beri bu “hemşerilik” kavramı kafamı kurcalayıp duruyor. Bir ara, bir dizi yazı için uzun uzun hemşeri dernekleri hakkında bilgi topladım, ne bulduysam okudum.

        Birer sivil toplum kuruluşu gibi duran, kendi hemşerilerinin sorunlarını çözmek amacıyla kurulan, devletten bağımsız bir gri alan yaratmaya matuf gibi duran bu dernekler, ne yazık ki mikro milliyetçiliği büyütmekten başka bir “mühim” işe yaramıyorlar.

        Neyse benim derdim onların varlığını tartışmaya açmak değil, sadece birazcık bu “hemşeri” kavramı üzerine bir iki laf etmek...

        *

        Acaba bu hal sadece bize mi özgüdür? Yani gurbette gidip orada memleketinden birisini aramak bir Türk buluşu mudur dersiniz? Bir Fransız veya bir İngiliz misal taşradan Paris veya Londra’ya gittiğinde, ilk iş bizim yaptığımız gibi bu şehirde bir hemşerisini mi arar? Arayıp bulduğunda o hemşerisinin evine gidip, yedikten içtikten, yatıp kalktıktan sonra ertesi gün hemşerisinin işini bırakıp kendisiyle ilgilenmesini mi ister? Hemşerisi de öyle mi yapar?

        *

        Kendi şehrinde karşılaşsa yüzüne bile bakmayacağı yabancı birisine, gurbette karşılaştığında kendi öz kardaşını görmüş gibi sarılıp öpen galiba sadece biziz.

        Askerde, mahşeri kalabalığın içinde, daha ilk saatten itibaren birbirimizi iterek kendi şehrimizden birisini ararız; bulduğumuzda da ona anamıza babamıza sarılır gibi sarılır, “toprağım” der, anında can ciğer kuzu sarması oluruz.

        Toprak ki en kutsal olandır bizde, o yüzden adını veririz ona. Gerektiğinde bir avuç toprak için birbirimizi öldürür, hemşerim, “toprağım” demez, toprağımıza gelen suyun sırasını bizden alan “toprağımızın” kafasını elimizdeki kürekle yarar, kısa yoldan toprağa göndeririz.

        *

        İstanbul hepimizin buluşma yeri, belki de hissetmediğimiz felaket sonrası bir araya geldiğimiz toplanma alanıdır. Hiçbir İstanbullu bir başka İstanbulluya hemşerim demez. Hepimiz, her daim İstanbul’da bir hemşerimizi arar dururuz. İstanbul o kadar bize yabancı bir şehirdir ki, İstanbul’da karşımıza çıkan her gurbetçi potansiyel bir “hemşeridir” bizim için.

        “Nerelisin hemşerim?” sorusundaki tuhaflığa bakır mısınız? Soru sorduğumuz kişinin nereli olduğunu bilmeden peşinen hemşerimiz sayarız onu.

        Siz bakmayın rahmetli Barış Manço’nun şarkısında;

        "Tek bir soru hemşerim memleket nire?

        Dedim ya yahu bu dünya benim memleket

        Hayır anlamadın hemşerim esas memleket nire

        Bu dünya benim memleket”

        diyerek ısrarla kendini dünya vatandaşı ilan etmesine... Henüz hiçbirimiz, doğduğumuz şehirde yaşamadığımız halde, o şehrin sınırlarını ihlal etmiş değiliz.

        *

        Siz bakmayın “memleket nire?” sorusu karşısında “Doğma büyüme İstanbulluyum ama kütük Hakkari’de” denmesine. O kişinin bedeni İstanbul’da ruhu Hakkari dağlarındadır hala...

        O yüzden birçoğumuz ölülerimizi yaşadığımız şehirlerde değil, doğduğumuz şehirlerde gömüyoruz. Yaşadığımız şehirler birçoğumuz için iş yerlerimizdir; akşam döneceğimiz yer doğduğumuz yerdir ki hayatımız boyunca hemen hemen hiçbirimiz dönmeyiz oraya. Hayaliyle yaşarız.

        O yüzden bize kalan, memleketimizin türkülerini yanık yanık söylemektir. Hemşeri derneğimizin duvarlarını boydan boya yaylalarımızın, dağlarımızın, meralarımızın, atlarımızın, eşeklerimizin, öküzlerimizin fotoğraflarıyla donatıp o fotoğrafların altında okey oynamak, bir punduna getirip hemşerimizden taş çalmaktır.

        Mesela gurbette Urfa’yı bir Urfalıdan dinleyin! Hayalindeki o güzelliği anlatmaya dağarcığındaki kelimeler kifayetsiz kaldığı için, mecburi asılır bir uzun havaya. Belki de bu yüzden hepsinin sesi bu kadar güzeldir.

        Midye işi Mardinlilerde, kahvaltı Vanlılarda, baklava Anteplilerde, demir ticareti Sivaslılarda, lahmacun Urfalılarda, çiğköfte Adıyamanlılarda, mankenlik İzmirlilerde, kebap Adanalılarda, müteahhitlik işinin Rizelilerde olmasının esbabımucibesi, belki de İstanbul’a ilk gelen hemşerilerinin bu işle iştigal ederek başarılı olmalarındandır. Çünkü biliyoruz ki, hemşeri İstanbul’da hemşerisini bulduğunda yeni bir iş kurmayı düşünmez, en kolay yola başvurur, daha önce hemşerisinin başlayıp başarılı olduğu işin bir ucundan tutar, çoğu zaman başarılı olmaz, hemşerisini de batırır. Bazen de bir hemşeri bir köşede bir dönerci dükkanı, bir işkembeci dükkanı açmaya görsün, aynı adamın hemşerisi gider onun dükkanının tam karşısında aynı dönerci, aynı işkembeci dükkanını açar. İkisi de kazanmaz, batar. Ama bir hemşerisi başarılı olmadı diye beriki sevincinden havaya uçar.

        Yine de büyük şehrin sokaklarında “hemşerim, hemşerim” diyerek hemşerimizi arayıp dururuz!

        Bulduğumuzda da beraber ya inşaat seyretmeye gideriz, ya da otoban kenarında oturup geçen arabaları izlemeye...

        *

        Bu yazıyı yazmama vesile olan rahmetli Oğuz Atay, hayatı boyunca arayıp da bulamadığı “Türkiye’nin ruhunu” son bir gayretle bulmak için bugün yattığı mezardan kalksaydı eğer, eminim mezarlık bekçisi, “Hemşerim nereye?” diyerek yolunu keser, yüksek sesle azaralardı.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar