Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kapı çaldı, açtım. Bir paket uzattı dağıtıcı, aldım. Kapıyı kapattım. Bana kitaptan başka bir şey gelmez, bu kez de öyleydi, paketi aceleyle açtım.

        İthaki Yayınları’ndan dostum Ünal Koçak göndermişti.

        İçinden tek bir kitap çıktı. Beyaz, sade kapakta birbirine bağlı üç Roma sütunu... Çerçeve içinde kitabın adı; “Mimesis, Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri”... Yazarı, Erich Auerbach...

        *

        Kapının önünde elimde kitapla kalakaldım.

        Bir anda bundan tam 13 yıl önce aramızdan ayrılan sevgili arkadaşım Mehmed Uzun’un hayali belirdi önümde.

        O yakışıklı gülümsemesi bütün yüzüne yayılmıştı. Benden bir hayli uzun boylu olduğu için de elimdeki kitabın kapağına yukarıdan bakıyordu heyecanla.

        “Demek nihayet Türkçesi çıktı ha,” dedi.

        “Evet, çıktı” dedim sevinçle. “Ben de sana haber verecektim.”

        Ona nasıl haber verebilirdim ki? Benimkisi de laf...

        Hayali geldiği gibi gitti. Kitapla birlikte masaya yürüdüm.

        Bilgisayarımı açtım, başladım yazmaya.

        *

        Mehmed Uzun’a önce haberi bir mektupla vermek istedim. O yüzden bu yazıyı önce mektup formunda yazdım. Bitirdikten sonra okudum, beğenmedim.

        Tekrar yazdım.

        *

        Daha önce de yazmıştım. Auerbach’ın adını ilk defa Mehmed Uzun’dan duymuştum. Başta o felsefeci Almanlardan birisi sanmış, pek can kulağıyla dinlememiştim anlattıklarını. Sonra bulduğu her fırsatta bu ismi tekrarlayınca ister istemez anlattıklarına kulak kesildim.

        Auerbach filologtu, bir kaçaktı, bir sürgün...

        Nazilerden kaçmış, Nazilerden kaçan diğer otuz Alman bilim adamı gibi Türkiye’ye sığınmış, Darülfünundan İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmüş olan kurumda filoloji bölümünü kurmuş, burada dersler vermiş, o derslerin neticesinde Mina Urgan gibi birçok öğrenci yetiştirmiş bir karşılaştırmalı edebiyat profesörüydü.

        Yanılmıyorsam “karşılaştırmalı edebiyatın” da mucidiydi.

        Mehmed Uzun; çok uzun yıllar boyunca Stockholm’de sürgünde yaşamış, sürgünlüğünün kederine edebiyat denilen bir merhem sürerek hayatını sürdürmüş, günün birinde Auerbach’ı keşfedince de, onun kaderi ile kendi kaderi arasında benzerliği görerek “Auerbach’ın Umudu” adında ona dair bir roman yazmaya soyunmuştu.

        O yüzden Auerbach’a ait her şey çok fazla ilgisini çekiyor, Türkçe çevirmeni olarak beni de bu araştırma, bilgi toplama, yüksek sesle düşünme sürecine dahil ediyordu.

        Ömrünün sonuna doğru birkaç yıl boyunca ondan en çok işittiğim iki kelime “Auerbach” ve “Mimesis”ti.

        Auerbach’ın İstanbul’da Mayıs 1942’de başlayıp, Nisan 1945’te bitirdiği kitabı ne yazık ki Türkçeye çevrilmemişti. Uzun’un elinde İngilizce bir çevirisi vardı, arada bir açar bana oradan pasajlar okurdu.

        Bütün bu anlattıklarım bundan 15 yıl öncesinin hadiseleri.

        *

        Peki Mehmed Uzun’u Auerbach’a götüren şey neydi? Neden bu profesörün hayatını Kürtçe bir romana konu yapmak istiyordu?

        Auerbach, Batıdan Doğuya sürülmüş bir sürgündü.

        Mehmed de bir sürgündü. Doğudan Batıya sürülmüş bir sürgün.

        Aurbach Doğu’dan Batı’ya bakıyordu bu kitabıyla.

        Mehmed ise Batı’dan Doğu’yu bakıyordun romanlarıyla.

        Auerbach İstanbul’da onca keder içinde, haksız bir sürgünlüğün ezasını çekerken, dille olan ilişkisini marazi bir düzeyde bilimsel çalışmaya konu yapıyor, hatta o sırada Arap alfabesinden vazgeçerek Latin alfabesine geçen Türkiye’ye “aman geçmişle bağlantınız kopmasın, dikkat edin” diye uyarıyor, biraz daha giderek genç Cumhuriyetin “dil devrimini” bir “yönsüzlük” olarak addediyordu.

        Mehmed Uzun ise anadilini yasaklamış olan devletten kaçarak sığındığı Stockholm’de üşümüş elleri paltosunun cebinde, kar altında donmuş ruhunu gezdirirken sokaklarda, anadilinin kayıp kelimelerini bulmak için elindeki iğneyle buz tutmuş toprakta kuyu kazmaya çalışıyordu.

        Auerbach bir filologtu, derdi dildi, ona göre her şey dille başlar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik de...

        Mehmed Uzun ise bir romancıydı, derdi kelimelerdi. Ona göre milli şuuru yaratan romandı, eğer halkım bugün bu şuurdan mahrumsa yapabileceğim bir şeyler olmalı diye düşünüyordu.

        Auerbach dili kurmaya ve kurtarmaya çalışıyordu; Mehmed Uzun ise ezilmiş, horlanmış, hakarete uğramış ve hiç olmadığı kadar siyasetin dolaylı aracı haline getirilmiş anadili Kürtçeyi düştüğü yerden kaldırıp, üzerindeki pası kiri temizleyip ondan bir edebiyat dili yaratmaya, onu güzelliklerin aracı kılmaya çalışıyordu.

        Auerbach Nazilerden kaçıp gelmişti İstanbul’a, o ise içimizdeki Nazilerden kaçarak gitmiştin Stockholm’e.

        Kaldığın yıllar içinde Stockholm’ü sevdiği şehirler sıralamasında Diyarbakır ve İstanbul’dan sonra üçüncü yere yerleştirmişti. Auerbach göre ise İstanbul, “konumu harika ama iki farklı parçadan oluşan sevimsiz ve teklifsiz bir şehir”di. Dostu Walter Benjamin’e buradan gönderdiği bir mektupta, iki İstanbul’dan söz etti. Eski İstanbul, “tarihsel coğrafyasının pasını büyük ölçüde hala koruyan Grek ve Türk kökenliydi.” Yeni İstanbul adını verdiği Pera ise “19.yy Avrupa yerleşim alanının karikatürüydü ve harap” haldeydi.

        İşte ölümünden kısa bir süre önce Mehmed Uzun’u “Auerbach’ın Umudu” adında Kürtçe bir roman yazmaya götüren şey Auerbach’la kendi arasında kurduğu bu ortak benzerliklerdi.

        *

        Bana Auerbach’tan bahsederken hep Yahudi dilbilimci diyordu Mehmed. Erken bir dönemde aramızdan ayrılıp “Auerbach’ın Umudu” romanının sadece girişinden iki paragraf bıraktıktan sonra onun bıraktığı yerden ben merak etmeye başladım bu adamı. Bütün kaynaklarda Yahudi bilim adamı geçiyordu evet. Ancak öğrencisi Mina Urgan’ın hatıratında rastladım, meğerse o kendini bir Yahudi’den çok bir Alman olarak görüyordu.

        Nazilerden kaçarak İstanbul Üniversitesi’nde ders veren Alman bilim adamlarının Türkiye’ye sığınmadan önce çektiklerinden hiç söz etmediklerini söyler Mina Hanım. Bir ayağı aksakmış Auerbach’ın. Birinci Cihan Harbinde, Alman ordusunda yirmi yaşında bir askerken ayağına bir kurşun isabet etmiş, hayatı boyunca özel ayakkabılar giymeye ve topallamaya mahkum olmuştu.

        Çok sevdiği en başarılı talebelerinden birisi olan Mina Hanım bir gün onu sıkıştırmış, ısrarla bazı sorular sormuş, o da geçmişiyle ilgili çok kısa bir bilgi vermişti:

        “Günün birinde, bir Çerkez büyük annen olduğu için senin Türk olmadığını söylerlerse, sen ne hale düşersin? İşte bana bunu söylediler. Büyükannelerimden biri Yahudi olduğu için, benim Alman olmadığımı bildirdiler.”

        Hitler, seçimle Almanya’nın başına çörekleninceye kadar Auerbach, soyunda bir Yahudi büyük anne olduğunu hiç aklına getirmemişti.

        Auerbach tam tamına on bir yıl kaldı İstanbul’da. Bebek’teki Arslanlı Konak’ın bir dairesinde yaşadı.

        *

        Auerbach’a ait ufak bir iz, bir mektup, bir anı, bir değini, onu tanıyan, onunla konuşmuş olan bir ihtiyarla karşılaşmak Mehmed Uzun için çok kıymetliydi.

        O yüzden hayatta kalan asistanlarının, öğrencilerinin peşine düşmüş bir ikisini de bulmuştu.

        Mehmed Uzun öldükten üç yıl sonra Yeditepe Üniversitesi öğretim üyesi Martin Violan İstanbul’da Auerbach’ın izini sürdü. Onu ait bir yığın metni, makaleyi Beyazıt Cami çevresindeki, Kadıköy’ün merkezindeki ve iç bölgelerindeki sahaflarda, şehrin iki yakasında yaptığı gezintiler sırasında rastladığı seyyar kitap sergilerinde buldu. Bunlara, dostlarına yazdığı mektupları da ekleyerek “Yabanın Tuzlu Ekmeği” adıyla bir kitap haline getirdi, Metis yayınları arasından çıktı Mehmed’in ölümünden üç yıl sonra.

        Mehmed bu kitabı görseydin kim bilir ne kadar sevinirdi!

        *

        İstanbul’da kaldığı 11 yıl içinde burayla ilgili hep “iyi” şeyler düşündü Auerbach. Dostlarına yazdığı mektuplarda Boğaziçi’nin büyüleyici güzelliğinden bahsederek, onları İstanbul’u görmeye davet etti.

        Doğu ile Batı’nın iç içe geçtiği, birbirine bağlandığı, İslam medeniyetinin en önemli şehirlerinden birisi olan İstanbul’da, bugün Batı hümanizmasının temel eserlerinden birisi olarak kabul edilen “Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri”ni yazdı. Bu kitabı bu şehirde yazmış olması bir tesadüf değildi.

        Avrupa edebiyatında insan hallerinin farklı yorumlanış yöntemlerini incelediği” kitabının başına oturduğunda elinin altında çok az kaynak vardı. Bütün dünyada savaş hüküm sürüyordu. O İstanbul’da Mimesis’i yazıyordu. Kitabında, bu zorlu süreci anlatırken, “Avrupa’ya ilişkin araştırmalar konusunda yararlanacak donanımda bir kütüphane yok burada. Uluslararası iletişim kanalları kapalıydı. Neredeyse hiçbir dergiye, çoğu yeni araştırmaya ulaşamadım; hatta eserde incelediğim metinlerin güvenilir eleştirel edisyonlarına dahi erişemedim.” Geride bir tek fil hafızası kalmıştı. O hafızanın derinliklerine inerek yazdı bu kitabı.

        640 sayfalık hacimli kitapta elinin altında kaynaklar olmadığı için hemen hemen hiç dipnot yok. Buna dair de şunları söylüyor:

        “Pasajlar dışında nispeten az alıntı yaptım; bu az sayıdaki atıf da sunuma dahil olmada pürüz çıkarmadı. Bu kitap varlığını uzmanlık alanında bir kütüphanenin eksikliğine borçludur belki de.”

        Kaynaklara ulaşamıyordu ama bu şehir ona çok geniş, çok derin bir gözlem imkanı veriyordu.

        İstanbul’da yaptığı her şey ne kadar benziyordu aslında Mehmed Uzun’un Stockholm’de yaptıklarına.

        Onun İstanbul’da yaptıklarını Mehmed de Stockholm’de yapmıştı. Anadilinde roman yazmaya karar verdiğinde, onun da kendi coğrafyasında prangaya vurulmuş dilinin hiçbir kaynağı yoktu elinin altında.

        Auerbach’ta gözlem gücü ve geniş bir hafıza, Mehmed Uzun’da ise katır inadı ve bir edebiyat dili yaratmanın öncüsü olmak gibi bir hedef vardı.

        İkisi de hedeflerine ulaştı.

        *

        Peki “Mimesis” bize neyi anlatıyor?

        Bu kitapta Auerbach edebiyat eleştirisi yaparken metinlerden yola çıkıyor. Homeros ve Kitab-ı Mukaddes; Aziz Agustinius ve Ammianus Marcellinus; şövalye romansları, Dante ve Boccaccio; Antoine de la Sale, Shakespeare ve Rabelais; Montaigne ve Cervantes; Standhal ve Virginia Woolf’un çetin metinlerini birbiriyle karşılaştırarak yepyeni okuma ve yorumlama kapıları açıyor önümüze. Kelime ve bağlaç seçimlerine varıncaya kadar, edebiyatın titizlikle ilişkisini irdeliyor. “Gerçekliğin” yazılı eserde tasvirini ve yazarın üslubunu konu ediniyor. Ve hikayenin sonunda edebiyat ile hayatta, hoyratlığa, savurganlığa yer olmadığını, kelimeleri cömertçe harcayabileceğimizi ama bunu yaparken kelimelerin de bir ekonomisi olduğunu unutmamamızı hatırlatıyor bize.

        *

        Mimesis’i elime alıp büyük bir şefkatle ilk sayfasını açıp “Odysseus’un Yara İzi” başlıklı ilk bölümünün ilk satırlarını “Mehmed Uzun’un aziz anısına gelsin” diyerek yüksek sesle okumaya başladım.

        Mehmed’in o sokulgan gözleriyle baktım kitaba... Onun şefkatli elleriyle okşadım kitabın kapağını. Onun iştahıyla okumaya başladım.

        Yaşasaydı eğer, çoktan bitirmiş olacağı “Héviya Auerbach- Auerbah’ın Umudu” romanın durduğu rafa koyacaktım şimdi Türkçesini “hastanın sabahı beklemesi gibi beklediği” “Mimesis”i.

        Ne yazık ki şimdi ne o, ne de romanı var!

        “Mimesis” şimdi kütüphanemde öksüz bir kitap gibi duracak!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar