Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir kitapçıya girdim. Her tarafa baktım, bulamadım. Mecburi bilgisayar başındaki kıza sordum:

        "Bu yıl Nobel alan yazarların kitapları var mı?"

        Önüme düştü. Ayrı bir yerde bir masanın üzerine bir sürü kitap yığılmıştı. Ön sırayı gösterdi, gitti.

        Bu yıl Nobel alan Avusturyalı Peter Handke’nin üç kitabı, geçen yıl bir skandal dolayısıyla verilmeyen ancak bu yıl ödülünü alan Polonyalı Olga Tokarczuk’un tek kitabı vardı teşhir masasında.

        Peder Handke’nin “Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi”, “Çocuğun Öyküsü” ve “Solak Kadın”ını; Olga Tokarczuk’un “Koşucular”ını aldım, kitapçıdan çıktım, bir kahveye oturdum, Peter Handke’nin “penaltıcısı”dan başladım okumaya.

        *

        Birkaç sayfa okumuştum ki, kafam başka yere gitti. Okumaya ara verdim. Düşünmeye başladım.

        Şu anda masanın üzerinde önümde duran kitaplar belli ki daha önce de gözüme çarpmıştı. Hele Handke’nin kitabının adını 1988’den beri biliyordum. Kitap bizde çıkmış, belki de adının çekiciliğinden, belki de birkaç yıl sonra Wim Wenders’ın ta 1971 yılında aynı kitaptan uyarladığı filminin o yıllarda bir toplu gösteri kapsamında İstanbul Sinema Günleri’ne gelmesinden bir ara çok meşhur olmuştu bizde.

        90’lı yılların başında bu kitabın adını bilmeyen yoktu okumuş yazmış muhitlerde. Tıpkı “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ndeki “dayanılmaz hafiflik” deyimi gibi “kalecinin penaltı anındaki endişesi” de olur olmadık yerlerde kullanılıyor, bir sürü yerde karşımıza çıkıyordu.

        Popüler olması mıydı beni romandan soğutan -ki o yıllarda popüler olan her şeye burun kıvırıyordum- kitabı alıp okumadım.

        Kaçırdığımız filmler gibi kaçırdığımız kitaplar da vardır. Bu da benim payıma düştü.

        Zaten kitabın adı, yazarın adından daha meşhur olduğu için Nobel aldığında ilk aklıma gelen romanının adı oldu. Demek Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi’nin yazarı Nobel almıştı!

        Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışan Olga Tokarczuk’un adını ise ilk defa duyuyordum.

        *

        Aklıma gelen ve beni o sırada okumakta olduğum kitaptan koparan şunlara benzer sorulardı:

        Şu kitaplarını önüme yığdığım bu iki yazar, biri 2018’in, öteki bu yılın Nobel’ini almamış olsalardı, o kitaplar şu anda önümdeki masada durur muydu? Ben onlara bir an önce okumak için iştahlı iştahlı bakar mıydım? Belki de daha önce kitapçı raflarında birkaç kez gözüme çarpan ve hiç dikkatimi çekmeyen bu kitapları şimdi benim için çekici kılan şey neydi?

        Bu soruların tek bir cevabı vardı.

        Kuşkusuz Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış olmalarıydı!

        Nobel almamış olsalardı, ben hiçbir şekilde onları satın alıp okumayacaktım.

        Bu durumda, kitapçı raflarında, dağıtımcı depolarında belki de Nobel veya herhangi bir önemli ödül almadığı için kaçırdığım, alıp okumadığım, dikkatimi çekmeyen nice kitap ve yazar vardı.

        *

        Verilmeye başlandığı 1901 yılından beri bu ödülü bütün dünyada bu kadar çekici, bu kadar prestijli kılan şey neydi acaba? Yüz yıldan beri edebiyat çevreleri bu soru etrafında birkaç TIRdolusu laf ettiler, üzerine kitaplar yazıldı, tartışıldı, hala tartışılıyor, gelecekte de tartışılacak.

        Hak edip de almayan, hak etmeyip de alan yüzlerce yazarın gelip geçtiği bu evrende Nobel, edebiyatla uğraşan her yazarın rüyalarını süsler. Ama ulaşılması herhalde dünyanın en güç ödülüdür. Hayır jürinin kılı kırk yaran titizliğinden, senin muhalif veya iktidar yanlısı olmandan, şiddete karşı olup olmamandan, eserlerinde vicdan meselelerini ön plana çıkarıp çıkarmamandan, sağcı solcu olmandan bağımsız bir şeydir benim söylemeye çalıştığım... Teknik bir şeyden bahsediyorum.

        *

        Bir kere dünyanın herhangi bir yerinde yazılmış iyi bir kitabın Nobel Jürisinin önüne gelmesi yolculuğu, “küçük karabalığın denize ulaşması” yolculuğundan daha zor, daha zahmetli bir yolculuk olsa gerek.

        *

        Öncelikle jüri on sekiz kişiden oluşuyor. Hepsi İsveçlidir. Geçen seneye kadar çoğu üniversitelerde hocaydı, tam zamanlı işleri olan kimselerdi yani. Jüriye girdin mi, artık demirbaşsın, ölünceye kadar. O yüzden bütün üyeler yaşlıydı. Geçen yıla kadar 1960’tan sonra doğan tek bir üyesi vardı. Geçen sene ödülün verilmemesine sebep olan taciz skandalıyla birlikte jürinin yapısı değişti. Birçok üye istifa etti. Yerlerine yenileri seçildi. Şimdi artık jüride sadece hocalar yok; gazeteciler, yazarlar, çevirmenler ve eleştirmenler de var. Yeni seçilen dört üyenin en genci gazeteci Rebeca Ahlberg Körde 1992 doğumlu, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni Mikaela Blamgvist 1987 doğumlu, eleştirmen Henrik Petersen 1973 doğumlu, yazar, çevirmen Kristofer Leandoer 1962 doğumlu...

        Dünyanın her tarafından belirli akademi, sanat çevresi ve edebiyat kuruluşları her sene her ülkeden bazı yazarları Nobel’e aday gösterirler.

        Diyelim ki her yıl bütün dünyadan iki yüz yazar aday olarak bu kurulun önüne gitmiş olsun. On sekiz jüri üyesinin her adayın birer kitabını okuyarak işe başladığını varsayalım. Ama biliyoruz ki, Nobel bir yazarın bir kitabına verilmiyor, bütün eserlerinin edebiyatta yarattığı yeniliğe veriliyor. Tıpkı tıp, ekonomi Nobel’i gibi...

        Bu jüri üyeleri işlerini güçlerini bıraksalar, sadece kitap okusalar bu adayların sadece birer kitaplarını okumaya zamanları yetmez. Hele hele her birisinin en çok üç dil bildiğini varsayarsak. Bu kitapların çok azı, belki de hiçbiri İsveççeye çevrilmediğinden, mecburi İngilizce çevirilerinden okuyacaklar. Bilindiği gibi Amerikalılar ve İngilizler çok az kitap çevirdiklerinden, ister istemez bu kitapların yaygın olmayan dillerde yazılmış olanları Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca veya yazıldıkları dillerde okuyacaklar.

        Şimdi kendinizi bu jürinin bir üyesi olarak hayal edin ve bu angaryanın altından nasıl kalkabileceğinizi düşünün.

        *

        Ne yazık ki, sadece Nobel Edebiyat Ödülü Jürisinin değil, misal bizdeki edebiyat jürilerinin de işi çok zordur. Kendimden biliyorum. Yanında gazeteciliği başladığım rahmetli Orhan Duru, Haldun Taner Hikaye Yarışması’nın jürisindeydi 1989’da. Başvuru süresi bitti, Orhan Duru’ya bir çuval içinde dosyalar geldi. Çıkardı masanın üzerine yığdı, yüzlerce dosya... Çaresizce baktı, sonra beni çağırdı, “Şunlara bir bak, tanıdığın birileri var mı?” dedi. Sadece Kürşat Başar’ı tanıyordum. Bir ön eleme yaptım, sanırım Orhan Abi on dosyaya falan bakabildi. Ödülü, “Kış İkindisinin Evinde” hikayesiyle Kürşat Başar aldı o yıl.

        Rahmetli Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”ı yazıp 1970 yılında TRT Roman Ödülü yarışmasına gönderdiğinde, arkadaşı Cevat Çapan’dan jüri üyelerinin sadece kitabını okumaları için ricacı olmasını istemiş. Bu ricası da etkili olmuştu.

        Topu topu sekiz romanın katıldığı bir yarışmanın jüri üyeleri o sekiz romanı okuyamıyorsa, yüzlerce yazarın yüzlerce romanını farklı farklı dillerde, bir sene içinde Nobel Jürisi nasıl okusun?

        O yüzden en kolay okunabilecek bir tür olan şiire birçok kez ödül verdiler. Hele şair İsveçli olunca işleri çok daha kolay oldu.

        Ancak şiir de bir yere kadar. Şairlere ödül vermek de sorunu çözemedi Nobel komitesinin; onlar da daha kolay bir kriter aradılar, en sonunda daha pratik bir yol buldular.

        *

        Estetik kriterine başvurmak zor bir iştir, uzun boylu düşünme gerektirir. Bu yüzden ölçü olamaz Nobel için, çünkü öyle bir zamanları yok jüri üyelerinin.

        O halde yazarların siyasal eğilimlere bakmak en kolay yoldur.

        Dünyada siyasal kamplaşmalar üzerine bir yargıya varmak daha kestirme bir yoldur. Diktatörlere, zulme karşı durmak, ötekinin hakkını savunmak, insan hakları ihlallerine karşı tavır almak bir yığın yazarın en önemli meselesidir nasılsa.

        Avrupa dışında dünyanın her yerinde bu tür meseleler de çok güncel. Yazarların büyük bir kısmı bu meselelerde devletlerinin yanında değil, karşısında yer alırlar. Bu durum da Nobel Komitesi’nin işini kolaylaştırıyor. Kendi ülkesinde haksızlığa karşı en fazla sesi çıkan, ödüller almış, belki de sürgün yemiş yazarları buldunuz mu, -bunların sayısı da öyle yüzlerce değildir- kitaplarını okur ve ödülü verirsiniz.

        Ama işte her zaman bu durum isabetli sonuçlara yol açmayabilir de.

        *

        Bu yıl Peter Handke’ye, Yugoslavya iç savaşında açıkça Miloseviç’in yanında yer aldığı, Sırp katliamlarını mazur gördüğü, hatta diktatörün cenaze merasimine katıldığı halde Nobel Edebiyat Ödülü verildi. İsveç Akademisi de kararını savunurken, “biz yazarın siyasal tavrına değil, yazdıklarına bakıyoruz” dedi.

        Oysa Borges gibi büyük bir yazar, Şili diktatörü Pinochet’yi makamında ziyaret edip hayranlığını belirttiği için Nobel’in kara listesine girdi ve hayatı boyunca bu ödülü alamadı. Onun yazdıklarına değil, direkt siyasal tavrına baktılar. Yine daha öncesinde Tolstoy, fazla muhafazakar bulunduğu için ödüllendirilmemişti.

        Bizden Yaşar Kemal, 1970’lerin sonunda bu ödüle bir hayli yaklaştığı halde alamadı. Alamamasının nedeni olarak da, 12 Eylül’den önce “can güvenliğim yok” diyerek sığındığı İsveç’te, Türkiye’de askeri darbe olur olmaz, “artık ölüm tehlikesi kalmadı” diyerek ülkesine dönmesiydi ama bu gerekçe hiçbir zaman yüksek sesle dillendirilmedi.

        James Joyce o zamanın komite başkanının arka çıkmamasından almadı bu ödülü,

        İlk yıllarda Marcel Proust, Henrik Ibsen, George Meredith, Mark Twain, Thomas Hardy, Emile Zola, Henry James, August Strindberg, Anton Çehov gibi dev yazarlar hayatta olmaları ve birçok kere de aday gösterilmelerine rağmen şu veya bu nedenle İsveç Akademisi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmediler.

        *

        Bu yıl ödül alan Handke solcu bir yazardır ama Nobel kendi ülkesi Peru’da devlet başkanlığına adaylığını koymuş sağcı bir yazar olan Maria Vargas Llosa’ya da gitti 2010 yılında. Demek ki sadece solculara ödül vermiyorlar!

        2016 yılında Bob Dylan gibi bir şarkıcıya verildi ödül mesela. 2015 yılında “savaşın yarattığı acıları” yepyeni bir teknikle anlattığı için anti komünist Svetlena Aleksiyeviç’e giderken, bu yıl “soykırım suçlusu bir caniyi” sahiplenmiş bir edebiyatçıya gitti.

        *

        Ne dersek diyelim, hangi açıdan bakarsak bakalım, sevsek de nefret etsek de edebiyatla ilgilenen hiç kimse Nobel Ödülüne kayıtsız kalamıyor.

        Eğer Nobel almamış olsalardı, ne Hanke’nin muhteşem kitaplarını ne de Olga Tokarczuk’un “Koşucular” romanını okuyabilecektim.

        *

        2006 yılında, belki de dünyada yaşayan yazarlar içinde bu ödülü en çok hak etmiş bizden birisi Orhan Pamuk bileğinin hakkıyla bu ödülü aldığında Çetin Altan, 13 Ekim 2006 günü Milliyet’te yazdığı, “Türkiye’yi kalemiyle evrenselleştiren yazar” başlığını koyduğu yazısında şunları söylemişti:

        “Bayrakların direklerini ne kadar yükseltirseniz yükseltin, bayraklar o ülkeden ilk kez Nobel ödülü almış bir yazar kadar görünemiyor dünyadan...”

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar