Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaklaşmakta olan yeni yılın çağrışımlarından olsa gerek; nicedir hayatımızdan çıkan, artık şehir meydanlarında, tren istasyonlarında, vapur iskelelerinde, otobüs terminallerinde, postane önlerindeki küçük tahta tezgahlarda satılmayan, varlarsa bile küçük kırtasiye dükkanlarının, gazete satıcılarının tozlu, kimsenin elinin kolay kolay ulaşmadığı ücra raflarında ölüme terk edilmiş olan eski yılbaşı tebrik kartlarına gitti aklım.

        Bir parça sim düştü karın üzerine, kar mı eridi, sim mi bilinmez, bir anda kayboldu sim.

        Kar kızıl bir renge büründü.

        Bir geyiğin çektiği kızak kara battı, sonra geyiğin kendisi... Çatal boynuzları dışarıda kaldı.

        Kırmızı kurdeleye benzer bir şerit dolandı boynuzlarına. Bir yazı belirdi kartın üzerinde:

        “Mutlu yıllar!”

        *

        Henüz Türkçe bilmediğim, sanki birileri sığınsın diye dağlar arasına saklanmış birkaç evden müteşekkil o ücra köydeki okul öncesi zamanlara gitti aklım.

        “Üç ev görsek şehir sandığımız” yıllardı.

        Tebrik kartı askerdeki ağabeyimden gelmişti.

        Bir geyik bir arabayı çekiyordu. Kırmızı urbalar içinde, pamuk gibi sakalları olan bir adam sürüyordu arabayı...

        Kar vardı, pul pul sim dökülüyordu karttan.

        Kalabalık odada tebrik kartı havalandı, kart sanki bir top ışığa dönüştü.

        Evin içinde gezintiye çıkan o top ışık, gaz lambasının aydınlattığı yarı karanlık odanın her tarafını beyaz bir ışığa kesti; altımızdaki ahırda geviş getiren hayvanların kokusunun insan kokusuna karıştığı yarı loş oda bir anda eğlenceli bir yeni yıl kutlamasının yapıldığı, ışıl ışıl bir mekana dönüştü.

        Sanırım yılbaşı değildi.

        O zamanlar yılbaşı diye bir şey yoktu hayatımda.

        *

        Bir geyik bekliyorduk.

        Avcı İsmail geyik avına çıkmıştı gün doğmadan.

        Dışarıdaki karanlığı bembeyaz kar delmişti.

        Açlıktan uluyan kurt sesleri geliyordu uzaklardan.

        Tilkiler dolanıyordu dışarıda.

        Görünürde avcı yoktu.

        Ama gelecekti, geyik getirmeye gitmişti.

        Bu gece ille de geyikle bitecekti.

        *

        Biz Avcı İsmail’i bekleye duralım; Dengbéj Kadir çoktan başlamıştı içinde çokça geyik geçen eski zaman hikayelerine.

        Mir Mihemedé Boti’nin hikayesi susturdu önce hepimizi. Kulağım Dengbéj Kadir’in anlatısında, aklım Avcı İsmail’in eve getireceği geyikte...

        Botan Mir’i Mir Mihemed avcıların şahı... Kavmini yönetmekten çok dağlara ayırıyor zamanını... Geyik müptelası... Onları avlayıp etini yemekten çok, onları kovalamak iştahını kabartıyor Mir’in...

        Dağ bayır, hisar uçurum, yokuş iniş demeden, elinde okla yayı geyik kovalıyor.

        O mu geyik kovalıyor, geyik mi onu bir muamma...

        *

        Düşer bir gün yine bir geyiğin ardına Mir. Bulduğu ilk fırsatta çeker yayı... Ok saplar geyiğin topuğuna.

        Geyik topal, Mir koşar adım...

        Yine de yetişemez geyiğe. Yere kan saça saça, arkasından kıpkırmızı bir şerit bırakarak sığınır bir mağaraya geyik... Mir peşinden girer.

        Mağaranın içi zifiri karanlık... Gözleri alışır karanlığa, yaralı geyiği ararken bir de bakar ki, mağaranın kuytuluğunda, kayaya sırtını dayamış, topuğuna bir ok saplanmış halde, derinden derine inleyin, acı çeken, dokunsan kırılacak kadar narin gencecik bir kız duruyor. Gözleri ışık salan iki yıldız, yüzü insanı içine çeken bir kuyu...

        Gözleri yaralı bir geyik ararken, yaralı bir kıza dönüşmüş halde bulur aradığı geyiği.

        Kızın yaya benzeyen gözlerinden çıkan oklar, gelir Mir’in kalbine saplanır.

        Oracıkta aşık olur yaralı geyik kıza.

        Hikayenin gerisini anlatmıyor Dengbéj Kadir. Mir’le kız, Mir’le geyik ne konuştular, ne yaptılar soruları hepimizin aklını kemirirken, Dengbéj Kadir hikayenin sonunu anlatıyor bize.

        Mir konağına döner dönmez ferman eyler, o günden itibaren geyik avını yasaklar tekmil Botan mülkünde.

        *

        Biraz sonra kapının önünde rap rap diye üstündeki karı silkelemek için var gücüyle ayaklarını yere vuran bir adamın ayak seslerini duyacağız; Avcı İsmail geyik getirecek.

        *

        Avcı İsmail’in ayak sesleri yerine Dengbéj Kadir’in “Siyabed ú Xecé” (Siyabend ile Hatice) hikayesini anlatan sesi yükseliyor odanın başköşesinden.

        Bir hikaye bir uzun kış gecesine yetmez!

        Oda ısınmış, harıl harıl yanan sobanın bazı bölgeleri kıpkızıl, Avcı İsmail de nerede kaldı? Kara esir düşmüş olmasın? Onun için kaygılanan bir ben miyim?

        Dengbéj Kadir’in sesi sorularımı bastırıyor.

        *

        Siyabend alır Xecé’yi atının terkisine, kaçırır. İki aşığı saklayacak, kızın babasının hışmından muhafaza edecek neresi var buralarda? Tabi ki Süphan Dağı!

        Dağın hiçbir aşığa ihanet ettiğine kimseler şahit olmamıştır buralarda.

        Sığınırlar dağa.

        Siyabend, içinde Xecé’ye duyduğu aşk kadar olmasa da, ona yakın bir aşkla geyiklere de vurgun. Bir anda ayağına gelmiş bir teke görür yakınlarında. Her şeyi unutur, kovalamaya başlar geyiği. Mir Mihemed gibi gerer yayını, bırakır okunu, tekeyi düşürür yere. Varır leşinin üstüne, ancak teke yaralıdır, ölmemiş henüz. Bıçağına davranır, tam tekenin boynuna çalacakken, gafil avlanır Siyabend, teke bir boynuz darbesiyle Siyabend’i fırlatır uçurumdan aşağı.

        Karşı kayalıklarda yankılanarak gittikçe derinlere düşen sesine Xecé koşar, uçurumun başında Siyabend yok, yerde can çekişen yaralı bir teke...

        Seslenir, Siyabend’in sesi yarın bir yerinden duyulur. Xecé eğilir bakar, uğruna her şeyini bırakıp buralara kaçtığı sevgilisi, yarın bir yerinde bir meşe ağacının sivri dalına asılı kalmış, dal sırtından girmiş, karnından çıkmış, öyle sallanıyor havada.

        Karşılıklı söylenen güzel sözler mecalsiz. Geyik yapmış yapacağını. Ta aşağılarda Van Gölü’nün durgun suyu çağırıyor ikisini. Xecé bırakır kendini yüksek yarın büyülü boşluğuna. Gider, Siyabend’e çarpar, dal kırılır, ikisi el ele gölün çivit mavisi sularında kaybolurlar.

        *

        Turgut Uyar
        Turgut Uyar

        Yere sert basan ayak sesleri duyuldu dışarıda nihayet. Üstündeki karları silkeliyor galiba. Tahta kapı gıcırdayarak açıldı.

        Önce bir geyiğin çatal boynuzları göründü, sonra Avcı İsmail girdi içeri bütün heybetiyle. Geniş omuzlarında bir geyik ölüsü vardı.

        Gelen Avcı İsmail değil, bir masaldı.

        Yıllar önce Turgut Uyar o geceyi şöyle anlatmıştı:

        “Geyikli gecenin arkası ağaç

        Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü

        Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı”

        O gece dağlar arasındaki o saklı köyde geçirdiğimiz “geyikli gecelerin en güzeli”ydi!

        *

        O geceyi düşünürken şimdi, önümde açık duran Turgut Uyar’ın “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabının, bence dünyanın en güzel şiiri olan “Geyikli Gece”den bir kıta daha düşüyor kitabın sayfaları arasından:

        “Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede

        İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı

        Sultan hançerleri gibi ayışığında

        Bir yanında üstüste üstüste kayalar

        Öbür yanında ben”

        Turgut Uyar, Mir Mihemed’in mağaradan çıktığını görmemiştir, arada yüzlerce yıl var. Siyabend ú Xecé’yi de bilmez, bilse bilse bir “Malatyalı Abdo”yu bilir, hani “koca bıyıklarıyla güllü ve bülbüllü bir adamı.” Ama en güzel şiirine “geyikli gece” adını vermiş.

        İkinci Yeni şairleri hep bir geyik kovalarlar veya bir geyik hep o şairleri kovalar...

        *

        Yazının başında sözünü ettiğim eski tebrik kartlarının hiç birinde, hiçbir şair, yazar resmine rastlamadım. Varsa yoksa sinema sanatçıları, artistler, türkücüler, şarkıcılar...

        İspanya’da da öyleymiş, orada da yazar kartpostalları yokmuş. Ama Britanya’da öyle mi? Orada yazar posterlerinin sergilendiği bir müze bile varmış.

        *

        Tebrik kartındaki geyik, o büyülü sim, Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”si, geyiklerin koştuğu arabayı süren kırmızı urbalı yaşlı adam, yaralı geyik, ürkek kız, Mir Mihemed, Siyabend, Xecé, Avcı İsmail, Dengbéj Kadir, İkinci Yeni şairleri, yoksul çocukluğumun geçtiği izbe ev... Hepsi bir tebrik kartında toplansalar, kapı çalsa, gidip açsam, gelen vurup geniş omuzlarına oturttuğu çatal boynuzlu bir geyik ölüsü taşıyan Avcı İsmail değil de postacı olsa...

        Kartı uzatıp “mutlu yıllar” dese...

        Demez, çünkü artık kimse o eski zaman kartlarını göndermiyor birbirine.

        Ben de göndermiyorum kimseye.

        Sadece yazarak size borçlanıyorum, siz de okuyarak bana...

        Hepinizin yeni yılını şimdiden kutlasam, ödeşir miyiz?

        Cevabınız “hayır” ise, Turgut Uyar gibi “uzanıp kendi yanaklarımdan” öpeceğim ben de!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar