Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        27 Mayıs darbesi, devrim yapmak isteyen bir çok kişiyi “gafil avladı.”

        Bir sabah uyandılar, bir de baktılar ki yapacakları “devrimi” askerler yapmış.

        “Devrim” düşü kuranların büyük çoğunluğu, tepeden inme “ilerici ordu” eliyle gerçekleşen “devrimi” görünce, sevinç gözyaşları içinde kendini sokaklara attı; marşlarla, türkülerle kutlamalara başladı.

        “Devrimden” sonra bir “entelektüel patlama” oldu. Nazım Hikmet’in şiirleri serbest kaldı, o zamana kadar yasaklanmış bir yığın fikir ortalık yere saçıldı, basın coştu, peş peşe şiirler, piyesler yazıldı, romanlar çıktı, marşlar, türküler bestelendi.

        Ordu “gerici” iktidarı devirmiş, Başbakanı asmış, “ilerici” sol düşünceye yol vermiş, özgürlükçü yeni bir anayasa yapmıştı!

        (Gerçi bu arada kendini tutamamış, aralarında bu yazının konusu olan Sabahattin Eyüboğlu’nun da bulunduğu 147 kişiyi üniversiteden atmıştı ama olsun, “devrim evlatlarını yer” sözü bu “devrim” için de geçerliydi.)

        Askerlerin yaptığı şeyin adı “darbe” değil “devrim”di çünkü. O günlerde doğan çocuklara “Devrim” adı verildi, içinde “devrim” geçen her cümleye kutsal kelam muamelesi yapıldı, “devrimci” olmayana kimse yüz vermez oldu!

        27 Mayıs günü de “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” ilan edilip bütün yurtta ve dış temsilciliklerde kutlandı; o zaman KKTC yoktu!

        Sabahattin Eyüboğlu ile Vedat Günyol da Fransız İhtilalinin iflah olmaz eylemcisi Babaeuf’ün yazılarını 1963 yılında Fransızcadan Türkçeye çevirdiler ve kitaba “Devrim Yazıları” adını verdiler!

        Tam zamanıydı, kitap çıktı, nedense çok az sattı ve unutuldu.

        *

        Ne kadar “devrimci” varsa, o kadar da “devrim” vardır. Hiçbir “devrimci” bir diğerinin “devrimini” beğenmez. Türk solunun tarih boyunca yüzlerce fraksiyona bölünmesinin sebebi budur.

        27 Mayıs “devriminden” sonra da böyle oldu. Beğenmeyen başkaları da oldu ama içlerinde, yapılan “devrimi” en beğenmeyen, “devrim” sırasında yurt dışında olan, “devrimden” sonra memlekete dönünce de “komitede” yer kalmadığından kendisine Harp Okulu komutanlığı gibi bir mühim görev tevdi edilen Kore Fatihi Albay Talat Aydemir oldu. Asiydi, sert devrimciydi, korkusuzdu, pantolonunun içinde “altı okka testis” gezdirdiği söyleniyordu ama neylersin “devrime” geç kalmıştı işte.

        O halde kendi “devrimini” kendisi yapacaktı. “Karşı devrime” kalkıştı. Etrafını çevirdiler. 22 Şubat 1962’de teslim oldu. İsmet Paşa “devrimden vazgeçerse” arkadaşlarıyla af edileceği sözünü verdi; anlaştılar, hapisten kurtuldu.

        Ama “devrimci bu”, şişede durduğu gibi durmaz!

        Hapisten çıktığı gün, Ankara gazetecilerini evine çağırdı, onlara yapacağı devrimin bildirisini okudu, mahpusta hazırlamıştı bildiriyi. Alparslan Türkeş, İnönü’ye ihbar edince 20 Mayıs 1963’te tekrar tutuklandı, bu kez İsmet Paşa imana gelmedi, idam fermanını Meclis’ten çıkardı.

        Hücrede idam anını beklerken, oğlu okuması için birkaç kitap götürdü ona. İçlerinde, daha 37 yaşındayken 1797’te idam cezası alınca duruşma salonunda kendini hançerleyen, ölmeyince de giyotine yaralı halde giden Graccuhus Babaef’ün “Devrim Yazıları” kitabı da vardı. Topu topu 50-60 sayfalık küçük bir kitaptı ve yazarın dönemin gazetelerinde yazdığı yazılarından oluşuyordu.

        İdamından dört gün önce kitabı okumaya başladı. İdamını bekleyen bir devrimcinin fikirleri, 170 yıl önce giyotine gitmiş bir başka devrimcinin fikirlerine ne kadar benziyordu Tanrım!

        Kitabın son yazısı, Babaef’ün giyotine gitmeden önce karısına ve çocuklarına yazdığı mektuptu. Mektup şu cümleyle bitiyordu:

        “Erdemli bir uykunun koynuna dalıyorum.”

        Talat Aydemir bu cümlenin altına el yazısıyla, “Büyük Allah beni bu sayfadan mahrum bırakacak, inancım tamdır,” notunu yazdı. Kitabın birçok sayfasına el yazısıyla başka notlar da düşmüştü. Kitabı 2 Temmuz 1964 gecesi okuyup bitirdi, üç gün sonra 5 Temmuz 1964’te idam gömleğini giydirip astılar.

        Kişisel eşyaları ailesine teslim edildi. Eşyaları arasında Babaef’ün “Devrim Yazıları” kitabı da vardı.

        Basına haber sızdırıldı. İdama giden bir “karşı devrimci” son saatlerinde “Devrim Yazıları”nı okumuştu!

        27 Mayıs’ta devrim yapmış olanlar, 170 yıl önce giyotine gitmiş bir devrimcinin yazdığı, Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol gibi iki hümanistin Türkçeye çevirdiği “Devrim Yazıları”nı devrimin en civcivli yıllarında, başkaları okusun da devrimci olmasın, ya da başka bir devrime kalkışmasınlar diye yasakladılar.

        İki mütercimi hakim karşısına çıkardılar.

        Tarihe meşhur “Baböf Davası” olarak geçen dava tam üç yıl sürdü. İki büyük mütercim ancak 1966 yılında aklandı.

        Sabahattin Eyüboğlu’nun bütün bu olup bitenlere hiç aklı ermedi; “Devrim piç oldu!” dedi.

        *

        Sabahattin Eyüboğlu çok iyi yetişmiş bir entelektüeldi. Fransa’da Romanistik ve çevirmenlik eğitimi görmüştü. Uzun yıllar üniversitede ders vermiş bir hoca, bir denemeci, bir sanat tarihçisi, bir çevirmen, bir sinemacıydı.

        Hasan Ali Yücel Maarif Vekiliyken kurulan Tercüme Bürosu’nun başına getirilmiş, 1940-50 arasında dünya edebiyatından 676 edebi eserin Türkçeye kazandırılmasına öncülük etmişti.

        Etrafında “Mavi Anadolucular” olarak tabir edilen Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Mina Urgan, Vedat Günyol gibi isimlerin de yer aldığı bir grup toplamıştı. “Mavi” her şeydi. Hümanizm tek kurtuluştu! Toplum için uzaklarda bir “genessis” aramanın manası yoktu; biz Anadolu’da kurulan uygarlıkların devamıydık.

        Atatürk devrimine inanıyordu. Ancak bu devrimin onun ölümünden sonra halefleri tarafından nasıl “saçma bir boyuta” taşınarak bir “askeri diktatörlüğe” dönüştürüldüğünü görüyor, üzülüyordu.

        27 Mayıs “devriminden” sonra 147’lerle beraber üniversiteden atılması, arkasından çevirdiği kitabın toplatılarak “Baböf Davası” gibi Kafkaesk bir davaya konu olması onu biraz daha umutsuzluğa itti.

        Çevresindeki herkesin sosyalist olduğu bir dönemde sosyalizm fikrine hiç ısınmadı. Hatta solcu bile değildi. TİP’e üye oldu diye kızdığı arkadaşı Mina Urgan’a göre “İsmet Paşa ne kadar solcuysa, o da o kadar solcuydu.”

        *

        1971’in 9 Mart’ında, 27 Mayıs “devriminin piç olduğuna” inanan solcu askerler, “Devrim Dergisi” etrafında toplanmış Doğan Avcıoğlu önderliğindeki sivil yandaşlarıyla yeni bir “devrim” hazırlığı yaparken, bazı yoldaşların “satışına” geldiler.

        12 Mart’ta onların yapacağı devrimi haber alan başka bir grup yönetime el koydu.

        Bu kez balyoz, solcuların kafasına çok sert indi. Herkesi alıp götürdüler. Sabahattin Eyüboğlu’nu da, Vedat Günyol, Tilda Kemal, Azra Erhat’la birlikte aldılar.

        Suçları “gizli bir komünist örgüt” kurmaktı.

        Eyüboğlu’nun en son beklediği şeydi tutuklanmak...

        Üstelik komünistlik suçlamasıyla!

        Bu hazmedilecek bir şey değildi.

        Vedat Günyol’un hatıratında yazdıklarına göre, gözaltındayken ilkokul mezunu bir polisin “Mesleğiniz?” sorusuna “Emekli öğretmen” cevabını verirken, “Kendini yitirmiş, yüzü sapsarı kesilmiş, silinivermişti sanki.”

        Mahkemede “Madem öyle hepimiz komünistiz” demek yerine, bulabildiği her fırsatta kardeşi Bedri Rahmi’ye haber göndererek, “Lütfen beni buradan çıkartın artık” dedi.

        Koğuşta her gün sarsıla sarsıla ağladı. Ne haftada bir götürülen hamama gitti, ne de havalandırmaya çıktı, gençlerle sadece satranç oynadı, kendini öyle koyverdi ki, sabahları yatağını bile toplayamıyor, tırnaklarını bile arkadaşı Vedat Günyol, “bağırta çağırta” kesiyordu.

        Dört buçuk ay yattı, sonra serbest bıraktılar.

        Çıktığında ruhsal olarak çökmüş, bir enkaza dönüşmüştü.

        *

        Hapishaneye girmeden önce, yıllardan beri Maçka’daki evinde “Pazartesi toplantıları” düzenliyordu. O gün evinin kapısı herkese açık olurdu. Yiyeceğini, içeceğini alan kim olursa olsun o toplantılara gidiyor, edebiyat, sanat, kültür muhabbetine ortak olabiliyordu.

        Çıktıktan sonra o toplantıları bir daha yapmadı.

        Zaten fazla konuşkan birisi değildi.

        İyiden iyiye içine kapandı.

        *

        Kardeşi ressam şair Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet’le evli olan Hughette Eyüboğlu, “Kanadalı Bir Gelinin Türkiye Anıları” adlı kitabında, “Sabahattin Amca”nın son günlerinden de bahseder.

        Bütün aile, her Cuma akşamı yemekte Eyüboğlu’nun o sıralarda yaşayan annesi Bal Nine’nin evinde toplanır. Yıllardan beri bu böyle...

        İnsan, bazen söyleyeceği şeyden korktuğu için susar. Onun ki öyle miydi bilinmez ama zaten çok az konuşan, hapisten çıktıktan sonra hepten suskunluğa bürünen Sabahattin Eyüboğlu, yine böyle geleneksel bir Cuma yemeğinde masanın baş köşesine geçer, masada bulunan herkes büyük bir sessizlik içinde yemeğini yerken bir anda, avazı çıktığı kadar bağırır:

        “Beni tutuklayanlardan intikamımı alacağım!”

        Herkes irkilir, şaşkın şaşkın birbirine bakar. Gelin Hughette bütün cesaretini toplayarak;

        “Bunu nasıl yapacaksın amca?” diye sorar yumuşak bir sesle.

        Gözlerini karşıya dikmiş, öfkeden sesi çatallaşmış olan Eyüboğlu, bu kez ses tonunu biraz daha yükselterek;

        “Rabelais’in Gargantua’sını Türkçeye çevireceğim!” der.

        *

        Hayatı boyunca tek eylemi bir dili başka bir dile dönüştürmek olan bir kültür adamının, bir sanatçının, bir fikir adamının, bir çevirmenin hapishaneden çıktığı günden itibaren uzun uzun düşünerek bulduğu tek intikam fikri, edebi bilgiye sığınarak yeni bir kitap çevirmekten başka ne olabilirdi ki!

        Kadim dostu Vedat Günyol’la tekrar masa başına geçtiler. Başladılar çalışmaya.

        Sıkı çalıştılar.

        10 Ocak 1973 günü “Gargantua”nın çevirisi bitti, son noktayı koydular. Sanki o son noktayı bekliyormuş gibi bir sekte geldi vurdu kalbine.

        O an öldü.

        O gece İstanbul’da sabaha kadar kar yağdı. Sanki kar, sanatçının son yıllarında yaşadığı bütün o çirkinlikleri örtmek ister gibi yağdı, yağdı, şehir kalın bir kar örtüsünün altında kaldı.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar