Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hakkari’deki Lale Sineması’nda tanıdım onu.

        Çocuktum.

        Her ne kadar sinemada seyrettiğim ilk film onun değil, Yılmaz Güney’in “İnce Cumali”siyse de, Cüneyt Arkın’ı gördükten sonra Yılmaz Güney’in pabucunu dama attım ama bunu hiçbir arkadaşıma söylemedim.

        Lale Sineması’nın girişinde film saatini beklerken, “Teksas-Tommiks” kitaplarına belli bir mesafeden 25 kuruş atıp, attığımız para kitabın üzerinde dursa kitabı aldığımız, durmazsa 25 kuruşu kaptırdığımız “atış oyunu” sırasındaki kavgalarımızın tek sebebi kaybettiğimiz para değil, Yılmaz Güney-Cüneyt Arkın taraftarlığıydı.

        *

        İki gruptuk; bir grup “Yılocu” öteki “Cınocu”ydu. “Cınocular” sert çocuklar, vurdu mu iz bırakıyorlar. “Yılocular” daha mahzun, kederli bakışları daha derin, tek tek adam ekarte etmek yol değil, kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz diyenler… Şehirli, daha avantür, daha atak, daha uyanık çocuklar “Cınocu” olur. Biz köyden gelmiş, nispeten daha kavruk, daha esmer, daha ezik olanlarımızsa, bize benzediği için mecburi “Yılocu”yuz.

        *

        (Biz onların yüzünden birbirimizin kafasını kırarken, meğerse Yılmaz Güney ile Cüneyt Arkın iki sıkı dostmuş. Şöyle anlatıyor dostluklarını İzzet Çapa’ya Cüneyt Arkın: “Yılmaz müthiş bir insandı. Bazen bana gelirdi, oturup içerdik. Anadolu geleneklerine göre saygı icabı kadehi alttan tokuşturmak gerekir. Kim daha alttan vurursa karşısındakine o kadar saygı duyuyor demektir. Sen daha alttan vuracaksın, ben daha alttan vuracağım derken… Öylesine güzel dostluğumuz vardı ki... 12 Mart döneminde Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz’ın hak ettiği ödülü siyasi nedenlerle ona değil bana verdiler. Ben de reddettim tabii.”)

        *

        Şimdi itiraf zamanı…

        Aslında ben koşulların zorlamasıyla “sahte” bir “Yılocu”ydum. O sırada seyrettiğim “Umut” bana yeni bir şey anlatmamış, benim hayatımı bana göstermişti o kadar.

        Oysa “Cıno”nun filmleri öyle mi?

        Bilmediğim dünyalara götürüyor, bir yaya on ok takıp kırk gavuru aynı anda vuruyor, “Kahpe Bizans’ın yiğit güzelini” atının terkisine atıp Kadir Savun’un göl kenarındaki sazdan kulübesine götürüyordu.

        Yılmaz Güney’in “Baba”da, “Acı”da, “Ağıt”taki hali çok acıklı, hayatımız zaten filmlerden daha acıklı...

        Acıyla kavrulmuş ruhuma Cüneyt Arkın’ın masal dünyası daha iyi geliyordu.

        Ama o da “devrimci” değildi be keko!

        İşte çocukluğumun kahramanı Cüneyt Arkın’ın en zayıf yanı…

        *

        Oysa çok geç öğrendim... Birkaç yıl önce çıkan hatıratından bir demet koklattığı “Fakir Gencin Hikayesi” kitabında anlatıyor her şeyi.

        Meğerse, kendi deyimiyle “faşistler” onların istediği bir filmi yapsın diye önceleri iyilikle, sonra da zorla çalmışlar kapısını. Bu yüzden ailesini bir seferinde bir süreliğine Avrupa’ya göndermişliği bile var.

        Gün geldi, hepimizi şaşırttı. Bir anda Yavuz Özkan’ın “Maden” filminde karşımıza, maden ocağındaki zor şartlarda çalışan işçi sınıfına “bilinç” götüren yiğit devrimci İlyas olarak çıktı. Sonra Taksim meydanına grev çadırını kuran “Vatandaş Rıza” oldu.

        Ama artık çok geçti.

        Bizler biraz daha büyümüş, ondan daha “bilinçli” birer “devrimci” olmuştuk.

        *

        Zaten çok değil birkaç ay önce, 1978 yılının karlı bir kış günü, memleket soğuktan kaskatı kesilmişken Maraş’ta, hala kalbimize batırdığı paslı hançer yarasının sızısını hissettiğimiz o büyük katliam yaşanmıştı.

        Olayların başlangıcı şehre yeni gelmiş, o dönemin neredeyse biricik “milliyetçi” filmi olan Cüneyt Arkın’ın “Güneş Ne Zaman Doğacak” filmi sebep oldu derler.

        Çiçek Sineması’nda, gece seansı sırasında bir bomba patladı film başlar başlamaz ve yüzlerce Alevi yurttaşımız bir hafta süren olaylar sonucu canından, evinden, malından oldu.

        Memleketin bağrına o gün, bugün bile hala iyileşmemiş kara bir şivan düştü!

        *

        Bu olay her şeyin üstüne tuz biber ekti, Cüneyt Arkın’a olan sevgimi bitirdi. (Oysa bu işte onun hiç günahı yoktu. O zamanki kara zebaniler kararını vermiş, memleketin tepesine askerler gelip çöreklenecek, darbe hazırlıkları yapılıyor, Cino’nun filmi buna şahane bir bahaneydi.)

        Artık bundan sonra benim için, o Yılmaz Güney’le rekabet eden, “hayranlık duyduğum” bir artistten çok, seyrederken heyecanlandığım bir “Malkoçoğlu”, bir “Kara Murat”tan başka bir şey değildi.

        *

        Bir süre sonra darbe oldu zaten. Lale Sineması kapandı. Video çağına girdik. Sahnesine perde çekildi sinemanın, perdenin önüne bir televizyon kondu, salon kahvehane haline getirildi, sabahtan akşama kadar Kemal Sunal, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay filmleri dönmeye başladı.

        Yine de dağa taşa adını yazdırmış olan o büyük arabesk krallarının içinde Cüneyt Arkın kendine bir yer buldu. Artık yeni dönem filmlerinde genellikle “komiser”di.

        Ben de onu Hakkari’de, sigara ve soba borusundan tüten dumanın katran karasına çevirdiği sinema perdesinin kıvrımları arasına sinmiş “nayır, nolamaz” replikleriyle baş başa bırakıp İstanbul’a geldim.

        Sonraki macerasını hep birlikte izledik.

        *

        Hepimizin gözü önünde yaşlandı o da.

        Televizyon dizilerini denedi, film yönetti ama yaşlanıyordu işte. Önce o filinta delikanlı gitti, saçları kırlaşmış, enine de genişlemiş bir adam geldi onun yerine.

        Çıktığı televizyon programlarında Selami Şahin tarzında şakalar yapmaya başladı. Soğuk fıkralar anlattı.

        Bir starın yaşlılık dönemlerine yordum ben de bütün bu hallerini.

        Ta ki 2007 yılında Mustafa Alp Dağıstanlı, NTV Yayınları için hazırladığı “Sizin Kahramanınız Kim?” adlı bir kitap hazırlayıncaya kadar. Mustafa Dağıstanlı, 40 farklı isme kendi kahramanlarını yazdırmıştı.

        Ben de babamı yazmıştım o kitap için.

        Kitap çıkar çıkmaz önce Cüneyt Arkın’ın yazısını okudum. Onun kahramanı “Anadolu toprağı”ydı. Yazısına, “İşte o an bozkır zerdali kokuyordu” başlığını koymuştu.

        Aman Allah’ım, meğerse Cüneyt Arkın oyuncu değil, kelimelere çiftetelli oynatan büyük bir yazarmış.

        Şu cümleye bakın:

        “Babam sonsuzluğa usul usul yayılan aydınlığın tam ortasındaydı. (….) Sonra çöktü. Köylünün toprağa çöküşlerinde kederli bir şeyler vardır.”

        Yazının sonrası rahvan bir attır, doludizgin…

        İlk aklıma gelen, bu müthiş yazarın kitapları oldu. Dili böylesine mükemmel kullanan adam mutlaka birkaç kitap yazmış olmalı! Baktım pek bir kayıt yoktu. Yalnız çevirdiği film sayısı 400’ün üzerindeydi.

        Yaptığı filmleri bırakalım bir yana, iddia ediyorum, bu su gibi akan dille beş kitap yazsaydı, şu anda belki de Türk edebiyatında parmakla gösterilen beş önemli yazardan biriydi.

        *

        Yazdığı “Fakir Gencin Hikayesi”ne ise bundan üç dört yıl önce bir kitapçının vitrininde rastladım; hemen aldım ve büyük bir iştahla okumaya başladım.

        Yine aynı bal gibi dil…

        Ama gelin görün ki, sevincim 40-50 sayfa sürdü.

        Meğerse yazarlık çok başka bir şeymiş. Geniş soluk ister yazarlık, derin nefes… Çilehaneye çekilip çile çekmek, zamanın üzerine balta ile gitmek, kıymaktır zamana yazarlık…

        Bu dirayet, bu geniş soluk yoksa bir insanda çetrefil edebi metinler kolay kolay çıkmaz ortaya.

        Belli ki Cüneyt Arkın ruhunu yazıyla terbiye etmemiş ama keşke etseymiş… Kitabın ilk 50 sayfası heyecan verici hatırat, ama gerisi gelmiyor işte…

        Bu yüzden daha çok merak ettim kişisel hikayesini, araştırmaya başladım.

        *

        Cemal Süreya ile dostmuş meğer. Kelimelerle arası bu kadar iyi olan birisi mutlaka gider Cemal Süreya’yı bulur zaten.

        O sırada mülkiye müfettişliği yapan Cemal Süreya 1957 yılında Eskişehir’de vergi dairesini denetlemeye gitmiş. Şehre şair gelince, o zamanlar şiirler, hikayeler yazan genç Fahrettin Cüreklibatur yanına edebiyat delisi arkadaşlarını da alarak şaire gitmiş. (Cüneyt Arkın, yakın bir zamanda Habertürk tv’de Veyis Ateş’e, Eskişehir’de arkadaşlarıyla çıkardıkları edebiyat dergisini bilen Cemal Süreya’nın gelip kendilerini bulduğunu; portresini yazan Cemal Süreya ise Cüneyt ve arkadaşlarının gelip kendisini bulduğunu söyler.) Tanıştıktan sonra sevmişler birbirilerini, dost olmuşlar. Dostlukları daha sonraki yıllarda İstanbul’da da devam etmiş.

        Cüneyt Arkın’ın en meşhur zamanlarını Cemal Süreya, “Evinin önünde kız kuyruğu vardı,” cümlesiyle özetliyor. Daha fazla söze gerek yok.

        Adının hikayesini de anlatıyor Cemal Süreya, o da Halit Refiğ’den öğrenmiş.

        Meğerse Fahrettin Cüreklibatur olan gerçek adını gazeteci Vecdi Bendereli değiştirmiş. O sırada çok meşhur olan Cüneyt Gökçer’in “Cüneyt”i ile Saadettin Kaynak’ın besteleyip seslendirdiği “kara bulutları kaldır aradan” başta olmak üzere onlarca şiiri bestelenmiş olan şair Ramazan Arkın’ın “Arkın”ını bir araya getirmiş… Böylece genç Fahrettin’deki tiyatro ve edebiyat tutkusu sinemada bir araya getirilerek ortaya Cüneyt Arkın çıkmış. Hikayeler, şiirler yazıyor Fahrettin, tiyatroya meraklı ama Cemal Süreya’nın deyimiyle, “alın yazısı onu sinemaya” götürmüş.

        *

        Tevellüt 7 Eylül 1937, Eskişehir...

        Çocukluğu çiftlikte geçti. Daha sonra Eskişehir Necatibey İlkokulu'na gitti. Çocukluğunda en sevdiği hikayeler menkıbelerdi. Battal Gazi, Köroğlu hikayeleriyle büyüdü. Eskişehir Lisesi'nde okurken hikayeler yazdı, dergilere gönderdi. İstanbul'a giderek tıp fakültesi sınavlarına girdi ve kazandı.

        Doktor oldu, Anadolu’nun birçok yerinde hekimlik yaptı.

        1963 yılında "Artist" dergisinin düzenlediği yarışmada birinci oldu. Ertesi yıl filmlerde küçük roller almaya başladı.

        1963 yazında Halit Refiğ ile "Şafak Bekçileri" adlı filmin çekimleri sırasında tanıştı. Aynı yılın sonbaharında Halit Refiğ "Gurbet Kuşları" adlı filmin çekimlerine hazırlanırken askerliğini bitirdi ve bu filmdeki kavga sahnesiyle sivrildi.

        Önce romantik filmlerde boy gösterdi. Daha sonra vurdulu kırdılı, hareketli, serüven filmlerine terfi etti. Bu rollerde hemen fark edildi. İstanbul'a gelen yabancı sirk çalışanlardan akrobatik hareketler öğrendi. Burada kazandığı becerilerini “Malkoçoğlu”, “Kara Murat” gibi bugün her biri birer “kült” film mertebesine ulaşmış filmlerin atlı, kılıçlı sahnelerde kullandı.

        1968 yılında birçok genç kızın hayallerini yıkma pahasına, birçok kadını küstürerek şu andaki eşi Betül Hanım’la evlendi.

        70’li yıllara gelindiğinde Türkiye'nin en meşhur oyuncularından biridir artık.

        1970’lerin ikinci yarısında, o zaman revaçta olan “sosyal içerikli” filmlerde de rol aldı ama ona asıl kimliğini “Malkoçoğlu” serisi verdi.

        1982 yılında başrolünü oynadığı "Dünyayı Kurtaran Adam" filmi, dünya sinema tarihinin “en kötü 100 filmi” arasına girdi.

        1992 yılında televizyonun yükselişiyle dizi oyunculuğu yapmaya başladı ama olmadı.

        *

        İşte tam burada, keşke ta Eskişehir’de öğrenciyken tanıştığı Cemal Süreya ile önüne açılan edebi yolculuğundan vazgeçip girdiği “artistlik” macerasını noktalayıp tekrar edebiyatla buluşsaydı diye hayıflanıyorum. Ama nedense yapmadı. İçinde uhde midir bilmem ama keşke tekrar yazmaya başlasa…

        Bence hala geç değil!

        Edebiyat kazanabilir hala!

        Ha bitirirken, niye her kelimenin sonuna “n” harfini getirdiğini sormuşlar, “nalnışlıkla” demiş!

        Rüstem Batum’un, “Bir tek gülen resmin yok. Hayata bu kadar mı dargınsın?” sorusuna da, “Hayır, dargın değil, açtım” cevabını vermiş.

        Kendi cümlesidir:

        “Açlık onursuz bir şeydir. İnsanı insanlıktan çıkarır.”

        Açlık korkusu olmasa, “artist” olmak yerine, kesin yazar olurdu!

        *

        Allah şifa versin Malkoçoğlu!

        Haydi tez iyileş de hikayeler yaz bize!

        Yapabilirsin!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar