Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Küçük kentlerde ya da kasabalarda geçen büyüme çağı öyküleri konusunda Amerikan sineması, göze çarpan bir verimliliğe sahiptir. Bu filmlerde taşra, gerçek ve derin Amerika’yı temsil eder. Taşranın sakinliği ile gençliğin dinamizmi arasındaki kontrastı unutmamak gerek.… Tabi bir de taşradan kaçıp gitme arzusunu…

        Alice Wu’nun yazıp yönettiği ‘Bir Bilsen’ (The Half Of It) de kaçıp gitme arzusunu hissettiğiniz bir film… Kaldı ki, filmin Uzakdoğu kökenli ana karakteri Ellie Chu’nun (Leah Lewis) yaşadığı Squamish adlı kasabaya karşı özel bir aidiyet duygusu hissetmediği kesin. Sonuçta, yıllar önce babasının tayin edildiği ve sıkışıp kaldığı bir çeşit sürgün yeri burası…

        Annesini genç yaşta kaybetmiş Ellie Chu, çok zeki, yetenekli ve duyarlı bir kız… Onu tanıdıkça, kasabadan gitmek ve kendine yeni bir hayat kurmak konusunda zorlanmayacağını anlıyoruz. Erken yaşta olgunlaşmak zorunda kalmış, güçlü ve akıllı bir kız o… Matemden hâlâ çıkamamış babasını (Collin Chou) bile o ayakta tutuyor. Ama yaşıtı bütün gençler gibi onun da kırılgan ve duygusal yanları var. Özellikle de aşk konusunda…

        Plato’nun ‘Sevgi dediğimiz şey, yaratılıştaki bütünlüğümüzü arzulamak ve aramaktır’ sözüyle açılan film, Ellie’nin iç sesiyle sürüyor. Ellie, animasyon görüntüler eşliğinde Eski Yunan’da inanılan o meşhur öyküyü anlatıyor. Öykü, insanların dört kollu, dört bacaklı, iki yüzlü ve tek kafalı olarak doğup yaşadığı zamanlardan söz ediyor. Herkesin kendini ‘bütün ve mutlu’ hissettiği bir dönem bu… Öyle ki, Tanrı’lar bu ‘bütünlüğün, mutluluğun’ tapınma ihtiyacını ortadan kaldıracağını düşünerek insanları ikiye ayırıyor. Hikâyeye göre, aşk insanın ‘diğer yarısı’nı arama çabasının, ruh ikizine duyduğu hasretin bir yansıması...

        Çoğu kişi için fazlasıyla hayalci, aşırı romantik bir düşünce bu... Kaldı ki, Ellie de alaycı bir üslupta, ‘Belli ki, Eski Yunanlar liseye gitmemiş’ diyerek bitiriyor öyküyü... Ama bir sonraki sahnede okulun popüler kızlarından Artes Flores’e (Alexxis Lemire) bakışlarını gördüğümüzde Ellie’nin içindeki ‘ağır romantik’ açığa çıkmaya başlıyor.

        Hepimiz biliriz ki, gençlik yıllarımızda başkalarında dalga geçtiğimiz, küçümsediğimiz duygular, genellikle bizim içimizde de vardır. Gençlik, duygulara teslim olmamaya çalıştığımız ‘çok duygusal bir çağ’ değil midir aslında? Ve bazen duygularımız o kadar güçlüdür ki korkarız.

        Belli ki Ellie de korkuyor; muhafazakâr bir kasabada duygularını belli etmeyi aklının köşesinden bile geçirmediğini hissediyorsunuz. Üstelik, lisenin acımasız bir yer olduğu kesin ve Ellie, Amerikan taşrasında yaşayan Çinli bir genç kız olarak kendini yeterince yabancı hissediyor…

        Buna karşılık, aklını ve zekâsını kullanarak lisede ayakta durmanın yolunu bulduğunu görüyoruz. Para karşılığında yazdığı İngilizce ödevleriyle harçlığını çıkarmanın yanı sıra babasının açıklarını bile kapatıyor.

        Zaten her şey lisede sahip olduğu ‘profesyonel yazarlık’ şöhretiyle başlıyor. Lise futbol takımının yedek oyuncularından Paul Munsky (Daniel Diemer), iyi bir telif karşılığında aşk mektupları yazmasını istiyor kendisinden. İşte tam o noktada serbest bir ‘Cyrano De Bergerac’ uyarlaması seyrettiğimizi anlıyoruz. Çünkü Munsky’nin âşık olduğu kız Artes Flores’ten başkası değil…

        Fransız yazar Edmond Rostand’ın 1897 tarihli oyununda Cyrano De Bergerac, uzun ve iri burnu nedeniyle âşık olduğu Roxane’a açılamaz. Ama bir başka erkek adına Roxane’a aşk mektupları yazar ve buluşmalarda suflörlük yapar…

        Ellie Chu da Paul için aynısını yapıyor ama ‘Cyrano De Bergerac’ ile film arasındaki benzerlikler açıkçası bunun ötesine pek geçmiyor.

        REKLAM

        ‘Bir Bilsen’ sadece Ellie’nin Artes’e olan sevgisi üzerinden ilerlemiyor. Ellie ile Paul’ün ilişkisi de beklenmedik şekilde gelişiyor. Sürprizlerin tadını kaçırmamak için ayrıntılara girmek istemiyorum ama Ellie, Paul ve Artes arasındaki duygusal bağı klasik bir aşk üçgeni şemasıyla açıklamak zor. Çünkü Paul sürprizlerle dolu bir karakter olarak Ellie’nin kafasındaki senaryoyu bazen yerle bir edebiliyor. Ellie, Paul ile birlikte insanların dışardan göründüğü gibi olmadığını anlıyor. Albert Camus’nün ‘hayatın mantıksız ve anlamsız olduğu’na dair fikriyle başladığı filmde hiçbir şeyin ilişkiler kadar şaşırtıcı olmadığını görüyor…

        Tam da burada, İngilizce öğretmeninin filmin başında tahtaya yazdığı Jean Paul Sartre alıntısı ‘Cehennem başkalarıdır’ı unutmayalım… Belli ki filmin yazar ve yönetmeni Alice Wu, ‘Cehennem başkalarıdır’ kadar insan ilişkilerinin terapik yanına da inanıyor. Film boyunca üç karakterine de sevgiyle yaklaşmasından bunu anlayabiliyoruz. Üçü de sığlıkla dolu bir lise ortamında gerçek duyguların, arkadaşlığın ve sevginin keşfine çıkmayı göze alan cesur karakterler. Öte yandan, onlar için masumiyet çağı hâlâ sürüyor… Duyguları, cinsel yönelimleri onlar için hâlâ bilinmezliklerle dolu..

        ‘Bir Bilsen’i bir arkadaşlık filmi olarak değerlendirmek mümkün ama açılıştan finale kadar tüm filmin yalnızlık duygusuyla örüldüğünü söylemek gerek. Sözgelimi, Ellie’nin finalde trendeki hali, gittiği yerde onu bekleyen yalnızlığın simgesi gibi… Başını kaldırıp baktığında, insanların kendi dünyalarına gömülüp gittiğini görüyor.

        Netflix yapımı ‘Bir Bilsen’, komedi ile dram arasında gidip gelen, ayakları yere basan, sahtelikten uzak duran gerçekçi bir büyüme çağı öyküsü… Türün belki başyapıtlarından değil. Ama özellikle inandırıcı, sahici karakterleriyle seyirciyi yakalamasını biliyor…

        Yönetmen Alice Wu, yalnızlık duygusunun altını çizen hüzünlü ama karanlık olmayan ferah bir taşra atmosferiyle çıkıyor karşımıza. Üsluba değil hikâye anlatımına odaklanan sade ve işlevsel anlatımını baştan sona sevdiğimi söyleyebilirim. Son olarak 3 genç oyuncunun da sağlam performanslar çıkardığını belirtmek isterim.

        7/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar