Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Arşiv görüntülerinden belgesel film yapmak, yeni ve orijinal bir fikir olmayabilir… Ama İngiliz yönetmen Asif Kapadia’nın arşiv görüntüleri kullanarak yaptığı belgeseller, neredeyse kişisel bir üslubun, tarzın yansımaları haline geliyor…

        ‘Senna’ (2010) ve ‘Amy’ (2015) baştan sona ilgi ve heyecanla izlediğim; beni duygulandıran, hatta gözlerimi yaşartan filmlerdi.

        Belgesel türü bilgi, düşünce ve yorum ağırlıklı bir format olarak şekillenir zihnimizde. Özellikle biyografik belgesellerin, kurmacanın manipülatif yanlarından arınmış olarak bizi ‘kapalı kapılar’ın ardına götürmesini isteriz. Kapadia, belgesel türüyle ilgili tüm bu beklentileri karşılıyor ve üstüne duygusal derinlik ekliyor.

        ‘Senna’ ve ‘Amy’, karakterlerin ruhuna sızdığımızı hissettiren anlarla doluydu… Üstelik kurmaca bir filme oranla daha etkili, çarpıcı ve sahici olabilen anlardı bunlar…

        Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren ‘Diego Maradona’da da durum değişmiyor… Napoli caddelerinde amatör bir otomobil takip videosuyla başlayan film, 2 saati aşkın bir süre boyunca arşiv görüntüleri üzerinden Diego Maradona’nın İtalya serüveninin ana başlıklarını karşımıza getirirken alttan alta iç dünyasında olup bitenleri de keşfetmeye çalışıyor… Kapadia’nın tarzı, biraz da sezgilere seslenen bu tür anlarda ortaya çıkıyor. Kaldı ki, belgeselin ana konseptlerinden biri ‘Diego’ ve ‘Maradona’ ayrımı… ‘Maradona’, onun dış dünyaya yansıyan kişiliği… Sahada ve saha dışında ‘Maradona’yı görüyoruz. ‘Diego’ ise iç dünyası… Filmin bir sahnesinde kişisel antrenörüyle performansı hakkında konuşurken, antrenörünün Diego – Maradona ayrımı yapması üzerine ‘Maradona olmasaydım Villa Fuerito’dan çıkamazdım’ diyor… Asif Kapadia, işte tam o anda, bizi çocukluğunun geçtiği o mahalleye götürerek iç dünyasının, yani ‘Diego’nun keşfine çıkıyor…

        Haber görüntüleri, canlı maç yayınları, televizyon programlarından ses – görüntü kayıtları ve amatör video çekimleriyle bir insanın iç dünyasına sızmak mümkün olabilir mi, diye sorabilirsiniz. Bir sanatçı dokunuşuyla her şey olabilir. Belirleyici olan, filminizi üzerine kurduğunuz konsepttir… Belgeselin üstüne kurulduğu konseptin bütün bileşenleri açılış sahnesinde mevcut aslında…

        Kapadia, bir yaşam öyküsü değil, hayatının kontrolünü ele geçirmekte zorlanan bir insanın hikâyesini anlatıyor. Açılış sahnesinde hızla San Paolo stadyumuna giden o küçük otomobil, Maradona’nın bütün bir İtalya serüveninin özeti gibi geliyor bana. Futbol sahasında nereye gideceğini, ne yapacağını çok iyi bilen ama saha dışında hep bilmediği yerlere doğru sürüklenen biri Maradona…

        Kapadia’nın otomobil takip videosunun arasına girdiği ilk flash-back görüntüde Arjantinli muhabirin genç Maradona’ya ‘Birinci lige gelmenle hayatın değişti mi?’ diye sorması kuşkusuz tesadüf değil. Maradona utangaç ve sıkılgan bir ifadeyle ‘Evet hayatım değişti, artık röportajlar ve başka şeyler var’ diyor… Bir başka arşiv görüntüsünde ‘Benim için önemli olan para değil, Boca’da kalmak istiyorum’ demesine rağmen kendini Barcelona’da bulması da hayatının kontrolünü ele geçirmekte zorlandığının bir göstergesi kuşkusuz… İlk İspanya macerasını sona erdiren, Barcelona – Athletic Bilbao maçında kontrolünü kaybettiği o meşhur kavga sahnesi de yine açılışta karşımıza geliyor.

        Annesiyle yapılan ilk kısa röportaj görüntüsü ise filmin ilerleyen bölümlerinde daha iyi anlayacağımız kritik bir noktaya gönderme yapıyor. Maradona, genç yaştan itibaren yoksul ailesinin sorumluluğunu alan, babasına annesine sırtını dönmemiş hayırlı bir evlat… Sözgelimi, ilk transferinde kalabalık ailesiyle yaşayacağı bir apartman dairesine yerleşiyor… Belgeselin yönetmeni Asif Kapadia, Maradona’nın neredeyse 15 yaşından itibaren sorumluluklarının bilincinde olmuş, ailesini sahiplenmiş biri olduğunu unutmamızı istemiyor film boyunca…

        İlk bölümde, genç yaşta verdiği bir röportajda ‘Pele değil, Maradona olmak istiyorum’ derken yüz ifadesinde beliren o kararlılığı unutmayalım. Sonuçta her genç futbolcu benzer şeyler söyleyebilir ama geçip giden bunca yılın sonunda futbolla ilgisi olmayan insanlar bile Maradona’nın müstesna bir kişilik olduğunu artık iyi biliyor. Yaşanan tatsız olaylardan sonra dahi Maradona bugün hâlâ bir efsane, gönüllerin kahramanı ve özellikle benim kuşağımdan çoğu kişi için gelmiş geçmiş en iyi futbolcu… İşte bu yüzden hayatının kontrolünü ele almakta zorlansa bile sporcu olarak karakterini ortaya koyduğunu film boyunca aklımızdan çıkarmamızı istemiyor Asif Kapadia…

        Yine açılışta, Napoli’ye gelirken uçakta verdiği röportajda beklentilerini ‘barış ve saygı’ olarak özetlemesi akılda kalıcı. Aslında Napoli macerasının bittiği noktayı düşündüğünüzde, barış ve saygı beklentisi kuşkusuz ironik duruyor...

        Kapadia, Napoli’de giden otomobil takip videosunun aralarına yerleştirdiği son arşiv görüntüsünde Maradona’nın futbol aşkına vurgu yapmayı tercih ediyor. Sonuçta, sahaya çıktığı zaman her şeyi unutan ve unutturan müthiş bir futbolcu o…

        Maradona’nın 1984 yazında Napoli’ye gelmesiyle başlayan belgesel, efsane futbolcunun İtalya’daki yıllarına odaklansa da Buenos Aires’in yoksul gecekondu mahallesinde geçirdiği dönemi anımsatmayı ihmal etmiyor… Çocukluğunu geçirdiği mahallenin siyah beyaz belgesel çekimleri, aile fotoğrafları ve Maradona’nın futbola başladığı ilk yıllardaki arşiv görüntülerinden oluşan ‘geçmişe dönüş’ sahnesi, filmin bence en güçlü yanlarından biri…

        Maradona’nın hayatı boyunca kaybetmediği sınıf bilincinin kökeninde bu geçmiş yatıyor şüphesiz… Napoli’yle duygusal bağ kurmasının nedeni belli ki bu sınıfsal bilinç… Napoli’nin Juventus ve Milan gibi takımlarla yaptığı deplasman maçlarında tribünlerde gördüğü ayrımcı pankartları, duyduğu aşağılayıcı tezahüratları bütün bir İtalya yıllarında aklından çıkarmadığı çok açık... İspanya’da bulaştığı saha kavgasının kökeninde de Bilbao taraftarları ve futbolcularının ırkçı tavırları olduğunu unutmamak gerek.

        İşte o yüzden, Kuzey İtalya’nın zengin takımlarına karşı çıktığı maçlara yoksul güneylilerin öfkesini taşıyor… Filmin açılış sahnesinde Fransızca yayın yapan bir televizyon kanalında ‘Dünyanın en pahalı futbolcusu, Avrupa’nın en yoksul şehirlerinden birinde’ diye özetlenen durumun Maradona’nın İtalya’da geçen yıllarını şekillendirdiği kesin. Napoli’ye geldiğinde beklediğinin aksine ‘Ferrari yerine Fiat, müstakil ev yerine apartman dairesi’ bulan, ilk maçlarında İtalyan futbolunun sertliğiyle karşılaşan Maradona’nın takımına profesyonelliğin dışında gönlünü koyduğu o kadar açık ki…

        1990’da İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası sırasında Napoli’de oynanan İtalya – Arjantin yarı finalinden önce kuzeyli zenginlerin sürekli aşağıladığı güneyli yoksul İtalyanları Arjantin’i desteklemeye çağırmasının altında da bu sınıfsal bilinç var… Asif Kapadia, Napoli’nin Milano’da çıktığı maçlarda tribünlerdeki o korkunç ayrımcılığı daha önce bize tüm ayrıntılarıyla gösterdiği için, bu çağrı bize hiç anlamsız gelmiyor. Hak veriyoruz ona ama İtalya’da kıyametler kopuyor ve ülkenin egemen güçleri Maradona’nın biletini aslında o açıklamayla birlikte kesiyor.

        Yaşadığı trajedinin kökeninde kuşkusuz kendi hataları var. Kapadia, kokain alışkanlığının onu içten içe yediğini ve düşüşünü başlattığının altını çizmeyi ihmal etmiyor. Napoli yeraltı dünyasına hükmeden mafya örgütlenmesi Camorra ile olan ilişkileri de diğer büyük zaafı… İtalya’daki futbol hayatını sahadaki performansı değil, kokain ve Camorra sona erdiriyor…

        Belgesel boyunca ara sıra sesini duyduğumuz Maradona, futbolculuk yıllarında olduğu gibi yine hamasetten uzak, samimi tarzda konuşuyor. Sözgelimi, Arjantin – İngiltere maçında elle attığı golü çok hoş ifadelerle anlatıyor… O golün ardında yoksul Arjantin halkının zengin İngiltere’ye karşı duyduğu öfke ve Falkland Savaşı’nın rövanşı var sonuçta…

        Yazının başında Kapadia’nın her 3 belgeselinde de yakaladığı dramatik ve güçlü anlardan söz etmiştim. Dünya Kupası’nda İtalya’yı ayağa kaldıran açıklamasından aylar sonra, Napoli’de katıldığı bir Noel yemeği sırasındaki uzun çekim bunlardan biri… Maradona öylesine donuk ve sıkıntılı ki gönlünün artık İtalya’da olmadığını hissediyoruz. Tam da burada, Napoli’nin UEFA kupasını kazanmasının ardından Maradona’nın Napoli’den gitmek istediğini hatırlamak mümkün. Sonuçta, kokain ve Camorra çemberinin onu tüketeceğini önceden gördüğü belli; ama hayatının akışını bütünüyle kontrol edemediği için Napoli’den çıkamıyor. Dünya Kupası’nda İtalya’nın egemen güçleriyle ipleri koparan o açıklamayı özgürleşmek için yaptığı dahi geliyor akla…

        Asif Kapadia, arşiv görüntülerinin arasına, yaptığı röportajların aktüel çekimlerini koymamayı tercih ediyor. Bunun yerine, ses kayıtlarını görüntülerin üstüne bindiriyor. Böylelikle dikkatimizi konuşanların görüntülerinden ziyade söylediklerine odaklıyor.

        Konvansiyonel belgeselciliğin vazgeçilmez ‘dış ses anlatıcı tekniği’ni de hiç kullanmıyor. Kendi yorumunu, düşüncelerini tümüyle kurgu üzerinden yansıtıyor. Kurgu böylelikle anlam yaratma, düşünme ve duyguları transfer etme konusunda bir numaralı anlatım öğesi olarak çıkıyor karşımıza. Arşiv görüntülerine dayanan bu tür belgesellerin başarısında kurgu kuşkusuz önemli rol oynuyor… O yüzden kurgucu Chris King’in de adını anmamız gerek.

        ‘Senna’da olduğu gibi, müziğin filmin bütününde büyük bir önem taşıdığını söylemem gerek. Kapadia, hikâyesiyle kurduğu duygusal bağı seyirciye müzikle taşıyor. Antonio Pinto’nun müziği, filmin duygularını etkili şekilde yansıtan güçlü bir anlatım enstrümanına dönüşüyor…

        Kurgunun, müziğin, futbolcu ve insan Maradona’nın katkısıyla ‘Diego Maradona’ seyri çok keyifli bir belgesel... İçinde bulunduğumuz şu günlerde, BeinConnect Boxoffice’den kiralayabileceğiniz filmi sadece futbolseverlere değil, tüm sinemaseverlere öneririm.

        7.5/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar