Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        (UYARI: Yazıdaki bazı yorumlar, filmin hikâyesindeki bazı önemli gelişmeleri ele verebilir.)

        Onsekizinci yüzyılda Fransa...Virginia Woolf'un “Kendine Ait Bir Oda”sının yayınlanmasına daha çok var. Kadınların “kendilerine ait bir yaşam”ın özlemini çektikleri bir dönemdeyiz...

        Marianne (Noémie Merlant), bir ressam... Belli ki sistemin kadınların karşısına çıkardığı blokların arasındaki çatlaklardan sızmayı başarmış, görece ekonomik özgürlüğünü kazanmış biri... Yine de mesleğini geliştirmesinin önünde sınırlar var. En büyük sınır, kadın ressamlara karşı olan toplumsal önyargı... Çağdaşı kadın ressamlar gibi eserlerini bir erkek olarak imzalamadığı sürece sanat dünyasında ciddiye alınma şansı pek yok.

        Héloise (Adèle Haenel) ise annesinin (Valeria Golino) kendisi için planladığı evliliğe ve o evliliğin getireceği hayata mahkûm bir genç kız...

        Marianne, Héloise'in portresini yapmak için geliyor adaya... Zorluklara ve mücadeleye alışmış, kolay teslim olmayacak biri olduğunu, tuvallerini kurtarmak için denize atladığında hissetmek mümkün. Sandaldaki erkeklerden hiçbir şey beklemeden yapıyor bunu... Eve geldiğinde, portresi için poz vermek istemeyen Héloïse de yıldıramıyor onu...

        Héloise, erkek egemen toplumun kadınlar için daralttığı yaşam alanlarında sıkışıp kalmış, çıkışsız bir genç kız... Öyle ki, geldiği manastırı bile özlüyor. Marianne “Neden?” diye sorduğunda, “Çünkü oranın bir kütüphanesi var” diye yanıtlıyor...

        Héloise'in özgürlük özlemini denize doğru koştuğu sahnede hissetmek mümkün... Sonuçta, tek başına yürümesine izin verilmeyen bir kadın o...

        “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” bir aşk filmi... Hem de son zamanlarda seyrettiğimiz en iyi aşk filmlerinden biri...

        Ama aynı zamanda hayatı ve aşkı resmetmek üzerine bir film... İşte bu yüzden filmi, filmin içinde karşımıza çıkan tablolar üzerinden okumak mümkün...

        Sözgelimi, ilk tablo… Marianne, adaya ilk geldiği günlerde Héloise'in portresini yapmak için onu büyük bir dikkatle seyrediyor, inceliyor. Resmi, ona bakarak değil hafızasında kalanlarla tasarlayıp çizmek zorunda. Sonuçta, ortaya çıkan tabloda Héloise'i, çok güzel bir kadın olarak tasvir ediyor. Modeline bakmadan, sadece aklında tuttuklarıyla çizen bir portre ressamına göre işini çok iyi yaptığına eminiz ama bir eksiklik olduğunu hissediyor, adını koyamıyoruz. Ta ki Héloise resmi sert bir şekilde eleştirene kadar...

        Héloise, ilk tabloda muhtemelen Marianne'in aşkını seziyor ama kendisini gerçek anlamda göremiyor; çünkü ona dıştan bakan birinin ilk izlenimleri var resimde.

        Model olarak poz verdiği tabloda ortaya çıkan yüz ifadesi ise çok daha farklı... Orada sadece bakarak çizmenin ötesinde bir şey var. O tablo yapılırken dahi Marianne'in gerçek Héloise'i yakaladığını hissediyoruz. İki tablo arasındaki tek fark, birinin hayal edilerek, diğerinin bakılarak resmedilmesi değil. İkinci tabloda, Héloise'in ruhu var. Ayrıca seyreden kişi, resmin içine karışmış artık... Ressamın aşkı var tabloda.

        Şöyle de ifade edilebilir: İlk tablo, aşkın ilk dönemini temsil ediyor. Yani karşımızdakinin imajına vurulduğumuz dönemi... İkinci tablo ise onu gerçekten tanımaya başladığımız, ilk izlenimlerin ötesinde ruhunu görmeye başladığımız bir dönemi...

        Héloise'in filmin sonunda başka ressam tarafından çizilmiş bir portresi daha var filmde. Teknik olarak çok iyi yapılmış, fiziksel benzerliği ve modelin bakışını bir çeşit fotoğrafik gerçekçilikle yakalamış bir resim... Ama içinde Héloise'in ruhu yok, acısı yok. Varlıklı, mutlu bir kadın olarak resmedilmiş; çünkü ressamın görevi o... Ressamın gerçeğin bire bir kopyasını yaptığını bilen Héloise, poz verirken sadece Marianne’in çözeceği bir şifreyle o resme de ruhunu koymasını bilmiş.

        Orada şifreyle işaret ettiği resim, Marianne'in otoportresi… Bu otoportre, kullanılan malzeme, çift modelli - aynalı çizim tekniği ve ortaya çıkan kompozisyon itibarıyla tümüyle aşklarının simgesi olan, tek kişiye hitap eden özel bir çizim...

        Héloise'in Marianne tarafından çizilen ve filme adını veren üçüncü tablosu ise Marianne'in hafızasındaki bir an, diğer bir deyişle filmdeki bir sahne üzerine kurulu... Aslında bir portre resmi değil. Hatta ilk bakışta manzara resmi gibi görünüyor. Héloise, geniş bir çerçevenin içinde uzaktan hacimsiz bir figür ve elbisesi eteğinden alev almış bir genç kız olarak resmin odağında duruyor.

        Alev ya da ateş, filmin temel metaforlarından biri... Yönetmen Céline Sciamma’nın film boyunca şömine ateşini birçok kez kadrajın bir köşesinden gösterdiğini belirtelim. Ateş, her seyircinin kendine göre yorumlayacağı, dile döküp anlamlandırmaya çalıştıkça zenginleştireceği bir metafor…

        Ateşi veya alevi her iki kadının içindeki aşkın gücü olarak görmek mümkün. Ama filme adını veren tabloda ve o tabloya konu olan olayın anlatıldığı sahnede benim ilgimi çeken asıl mesele, Héloise'in sakinliği... Etekleri tutuştuğu halde alevleri önemsemiyormuş gibi durması... Korku ve endişeden uzak, o umursamaz, dalgın hali...

        Héloise korkmuyor çünkü “eteklerindeki alevi” hayatı boyunca farklı şekillerde hissetmiş bir genç kız... Gerçek anlamda özgür olamayacağı bir dünyada yaşadığını biliyor.

        Umursamıyor çünkü gerçek aşkı bulmanın getirdiği bir rahatlık ve iç huzuru var... Kadınların arasında, kadınların yaktığı ateşin parçası olmanın getirdiği bir kayıtsızlık da denebilir buna...

        Aslına bakarsak, Marianne bu tabloda Héloise'i kadınların bir temsili haline de getiriyor... Héloise’in, tanık oldukları yasa dışı bir kürtajı resimlemesi, yani kadınların hikâyesini anlatması için Marianne’i teşvik ettiğini unutmamak gerek.

        Marianne'nin Héloise'a olan aşkını resmettiği dördüncü tablo, Batı resminde örneklerine sıkça rastlanan bir mitolojik hikâye uyarlaması ve bizi filmin bir başka anına götürüyor. Héloise'in, Orpheus ve Eurydice mitini yorumladığı sahneye...

        Hikâye özetle şöyle: Orpheus, hayatını kaybeden sevgilisi Eurydice'i kurtarmak için Yeraltı Tanrısı Hades'le anlaşma yapar. Hades, sevgilisini hayata döndüreceğini söyler. Tek şartı, Orpheus'un Yeraltı'ndan çıkana kadar asla dönüp Eurydice'ye bakmamasıdır. Ama Orpheus bir an dayanamayıp dönüp bakar ve Eurydice'yi kurtaramaz...

        Sophie (Luana Bajrami), eline geçen fırsatı değerlendiremeyen Orpheus'a tepki gösterir. Héloise ise kaybedilmiş bir aşkın hatıralarının hafızada sürekli yaşamasından söz ederek Orpheus'un bakışına çok farklı bir yorum getirir...

        Filmin sonlarına doğru, bu sahneyi artık unuttuğunuz bir anda, Marianne'in “Orpheus ve Eurydice” mitini resmettiği tablo çıkar karşımıza... Marianne, efsaneyi şaşırtıcı derecede aydınlık ve romantik bir üslupla, Héloise'in yorumuna uygun şekilde ele almıştır. Tablo “o son bakış”ın ötesinde aynı zamanda ayrılığı da anlatır. Ama sanki aşkı daha da güçlendiren, ebedi hale getiren bir ayrılıktır bu... Resmi gördüğümüzde, Marianne'in evden ayrılmadan önce son anda dönüp Héloise'e baktığı sahneyi hatırlarız... Orada Héloise'in, Marianne'e beyaz uzun bir elbiseyle göründüğü düşler gelir aklımıza...

        Yönetmen bu sahnede, “Orpheus ve Eurydice” tablosunu gösterdiği tek çekimle filmdeki bazı sahneleri zihnimizde bir araya getirir, Marianne ve Héloise ilişkisi üzerine birçok şeyi aynı anda anlatmayı başarır...

        Filmde gördüğümüz tüm tablolar, filmdeki başka sahneleri zihnimizde yenimizde canlandırıp anlamlandırıyor...

        Mesela, finalde bizi etkileyen sadece Adele Haenel'in oyunculuğu ya da yönetmenin Haenel'in yüzüne eski usul zoom yapıp dakikalarca onu görüntülemesi değil... Hatta Vivaldi'nin o muhteşem “Dört Mevsim” konçertosu da değil... Hepsi harika ama asıl mesele orada seyirci olarak aklımızdan geçenler…

        Filmin ilk bölümünde, Marianne'in piyano başına geçip Vivaldi'nin “Dört Mevsim” konçertosunun fırtınayı anlatan bölümünü çalmaya çalışmasını hatırlıyoruz öncelikle... Daha doğrusu, o sahnedeki ikili çekimde Héloise'in ona nasıl baktığını... Marianne, kendisini Vivaldi'nin müziğini anlatmaya öylesine kaptırmış durumda ki Héloise'in hayranlık ve sevgi dolu bakışlarının farkında değil.

        Daha ilerideki bir sahnede bu bakışları yeniden hatırlıyoruz. Tanıştıkları ilk dönemde birbirlerini ne zaman öpmek istediklerini konuşuyorlar... Héloise'in piyano başındaki o andan hiç söz etmemesi bizi şaşırtıyor, hatta hayalkırıklığına uğratıyor. O bakışı yakalamış seyirciler olarak yönetmene kızıyoruz içimizden... Ama finalde Vivaldi'nin müziğinin başlamasıyla birlikte zihnimizde her şey yerli yerine oturuyor. Orada Héloise'in bu anıyı kendine sakladığını fark ediyor ve Orpheus mitini yorumladığı sahneye tekrar dönüyoruz.

        Açıkçası her şeyiyle tüyler ürpertici bir final bu... Sinema sanatı her zaman bu kadar çarpıcı olmaz. Bu sahnede senaryo ve yönetmenlikten gelen, çok zor yakalanacak bir duygu var...

        Aslında daha anlatılacak çok yanı var filmin… Mesela, anne, hizmetçi, intihar etmiş kardeş gibi tüm kadın karakterler düşünüldüğünde, alt metinlerde dönemin erkek egemen toplumunun manzarası çıkıyor ortaya. Üstelik erkek yok filmde. Yönetmen filmdeki erkekleri pasif karakterler olarak resmetmiş. Çerçevelerde geri planda, hacimsiz ya da netlik dışı olarak varlar... İronik ve anlamlı bir seçim...

        Her şeyiyle feminist bir film olduğu söylenebilir... Sözgelimi, annenin evden gidişiyle evde sınıfsal ayrımların tümüyle kalkması, atlanmaması gereken bir ayrıntı.

        Son olarak, müziksiz anlatımın filme çok şey katttığını söylemem gerek. Hafızam beni yanıltmıyorsa, yönetmen Céline Sciamma filmde üç kez müzik kullanıyor. Üçü de “diegetic” dediğimiz, yani filmin geçtiği dünyadan gelen, karakterlerin de dinlediği, duyduğu müzikler...

        Filmin içinde gördüğümüz resimler ne kadar anlamlıysa filmin içinden gelen bu müzikler de o kadar anlamlı...

        “Alev Almış Genç Bir Kızın Portresi”nin belki çok iddialı bir öyküsü ya da konusu yok... Yasak âşk hikâyesini, sinemada ilk kez görmüyoruz. Hatta fazlasıyla anlatıldığı dahi söylenebilir. Ama burada öylesine iyi geliştirilmiş bir senaryo ve çarpıcı bir sinema duygusu var ki, hikâyeyi sanki ilk kez anlatılıyormuş gibi seyrediyoruz.

        Céline Sciamma, böylesi güçlü bir sinemaya nasıl ulaşıyor derseniz, öncelikle sadelik geliyor aklıma... Sciamma'nın mütevazi kurgusunu, varlığını belli etmeyen eski usul kamerasını sevdim. Ama sinemanın resim sanatıyla kardeşliğini hiç aklından çıkarmayan kadrajlarını çok daha fazla sevdim. Noemie Merlant ile Adele Haenel'in oyunculuklarını da... İkisi de çok iyiler...

        “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi”, yılın en iyi filmlerinden biri... Hatta en iyisi bile olabilir. Kaçırmayın.

        8.5/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar