Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Biz doğanın sahibi değiliz

        Doğa bizim sahibimizdir

        Bizim anamızdır

        Gıdamız, kültürümüz

        Bizim ruhumuz ve kimliğimizdir

        Onun parçasıyız.

        Kendisiyiz

        Biz doğayız.

        Doğa biziz…”

        Kaptan Cook, 1768 Ağustosu’nda İngiltere’den Güney Pasifik’e doğru yelken açmak için son hazırlıklarını yapıyordu. Yolculuğun görünürdeki amacı, Pasifik Okyanusu’nda araştırmalar yapmak, özellikle 3 Haziran’da Dünya ile Güneş arasından geçecek Venüs’ü gözlemlemekti. Oysa esas amaç, Kaptan Cook’a verilen ve astronomik gözlemler bitince açılması emredilen mühürlü bir zarfın içinde yazılıydı. Devlet sırrı olan bu Amirallik emrine göre, güneye gidilecek ve Avustralya kıtası aranacaktı. Gerekirse 40. Enlem’e kadar inilecek, eğer böyle bir yer yoksa başka adalar aranacak, Yeni Zelanda incelenecek ve Doğu Hindistan’a kadar gidilecekti.

        26 Ağustos 1768 sabahı Kaptan Cook yönetimindeki 370 tonluk Endeavour gemisi Plymouth limanından ayrılıp tarihin yeni ve kanlı bir sömürgecilik sayfasına doğru yelken açtı. 11 Nisan 1769’da Haiti’ye varıldı. Burada yerlilerle dostça ilişkiler kuruldu, araştırmalar yapıldı, Venüs gezegeninin güneşin önünden geçişi izlendi. Birkaç ay sonra asıl hedefe doğru yeniden yelken açıldı.

        1770 yılının 21 Haziran günü yeni kıtanın dağları ufukta göründü. Cook önce buranın Avustralya olacağına ihtimal vermemişti. Oysa burası gerçekten Avustralya idi ve Kaptan Cook’tan önce pek çok Avrupalı denizci bu kıtayı görmüştü. Karaya çıktıklarında mızraklı iki yerli ile karşılaştılar. Açılan ateş sonucunda birisi öldü, diğeri kaçtı. Çatışmayla sonuçlanan bu ilk temas, yerliler için özgür yaşamın sonu, kara günlerin başlangıcı anlamına geliyordu.

        Cook Avustralya’ya vardığında bu ve bunun gibi topraklar İngiliz yasalarına göre ‘Terra Nullius’ yani kimsesiz, sahipsiz topraklar statüsüne giriyordu. Yerlilerin hükümetleri ve özel mülkiyet anlayışları olmadığına göre bu kıta kimsesiz, sahipsiz sayılırdı. Karşılıklı görüşülecek veya anlaşma yapılacak herhangi bir otorite yoktu; ticari bir üretim, alacak, satacak herhangi bir şey olmadığından ticaret anlaşması yapmak da olası değildi. Dolayısıyla, bu gibi topraklar onu üretken hale getirebilecek herhangi biri tarafından alınabilirdi.

        Kaptan Cook Avustralya kıtasını kimsesiz topraklar doktrini doğrultusundaki yasaya dayanıp işgal etmekte bir sakınca görmedi. Bu ülke artık İngiliz toprağıydı. Yine aynı anlayışa dayalı işgal, yerlilerin yasal olarak var olmadıkları anlamına geliyordu. Bu durum, yerlilerin haklarını yok saymayı kolaylaştıracaktı.

        İşgalden kısa süre sonra sömürgeciler kıtaya hücum ettiler; İngiliz politikasına göre, bu yeni sömürgenin kuruluşunda başrolü mahkûmlar oynayacaktı. 11 gemilik ilk İngiliz donanması, yanında iki de Fransız gemisi olmak üzere 18 Ocak 1788’de Avustralya’ya ulaştı. Botany Körfezi’nde karaya ayak basanlar arasında, kadınlı erkekli 700’den fazla mahkûm, gardiyanlar, siviller, subaylar, donanmanın komutanı ve ilk Avustralya Valisi Arthur Philip bulunmaktaydı. Üssünü Botany Körfezi’nden Port Jackson’a taşıyan Vali Philip, burada Sydney şehrini kurdu. 26 Ocak 1788’de kraliyet bayrağı, söylevler, marşlar, alkışlar ve top sesleri arasında göndere çekildi. Yeni bir İngiliz kolonisi kurulmuştu.

        SON ABORİJİNLER (Eser Coşkun / İş Kültür)
        SON ABORİJİNLER (Eser Coşkun / İş Kültür)

        ASLINDA HER ŞEY HERKESİNDİ…

        Aslında Vali Philip’in politikası, yerlilerle iyi geçinmekti. Bu amaçla yerlilerin rahatsız edilmesi yasaklanmıştı. Aborijinler de onları ağırlamak için kadınlarını görevlendirdiler. Konuklarına ülkelerini tanıttılar. Kıtanın her yerindeki ilk temaslarda, yerliler beyazları, denizaşırı yolculuklarından vatanlarına dönen Kutsal Ata ruhları olarak gördüler. Bu nedenle onlara çok büyük saygı gösterdiler. Ama yanıldıklarını kısa sürede anladılar.

        Beyazların avladıkları balıklardan teklifsizce almaya kalktıklarında, sert biçimde engellendiler. Oysa yerlilerin inanç ve yaşam tarzlarına göre denizden çıkan her şey herkesindi ve bunlar eşitçe paylaşılırdı. Çirkin kulübelerin yapılması için ağaçların kesilmesini, toprağın hallaç pamuğu gibi atılmasını, su kaynaklarının kirletilmesini, hayvanların vahşice avlanmasını şaşkınlıkla izlediler. Bu gelenler Kutsal Ata ruhları değildi, yanılmışlardı…

        İstilanın başladığı topraklar Eora topluluğunun sınırları içerisinde bulunuyordu. Eora’lar yüzlerce beyaz yabancının topraklarını işgal etmesine önce bir anlam veremediler. Daha sonra beyazlar, yerlilerin sepetlerine, balık ağlarına, mızraklarına hatta kadınlarına el uzatmaya başlayınca şaşkınlık öfkeye dönüştü. Birkaç küçük olay dışında asıl büyük çatışma, iki yıl sonra meydana geldi. 10 Aralık 1790’da ilk yerli direniş lideri Pemulwoy ortaya çıktı. Pemulwoy ve yerliler beyazlara karşı 12 yıl direndi. 1802’de, başına ödül konulan Pemulwoy öldürüldü.

        Sydney’den 15 mil uzakta bulunan Parramatta’daki Cumberland Ovası’nda yaşayan Dharuk halkı da toprakları için direnişe geçti. Bu direnişler, sanayi devrimini yapmış, buhar gücünü bulmuş, atların, topların, tüfeklerin ve kılıçların yardımıyla savaşan (üzerinde güneş batmayan) bir uygarlığa karşı mızrak ve taşlarla savaşan insanların direnişiydi.

        1788’den 1830’a kadar ilk işgal edilen topraklarda yaşayan Eora, Dharuk ve diğer sahil halkları, topraklarının ellerinden alınmasını, savaşçılarının öldürülmesini, ailelerin hastalık ve katliamlarla yok edilmesini, kutsal mezar ve kayalık alanlarının tahrip edilmesini çaresizlikle izlediler. İşgal, kıtanın diğer bölgelerine yayıldıkça, soykırımın boyutları da genişliyordu.

        1832’den 1850’ye kadar kıtaya 200 bin İngiliz daha göç etti ve ilk kez beyaz nüfus, yerli nüfusu geçmiş oldu. 1860’ta ise tam 400 milyon hektarlık yerli arazisi işgal edilmiş durumdaydı.

        Zaman geçtikçe yerliler yaşam şartları çok zor olan dağlara sürüldüler. Geriye kalanlar toplama kamplarına hapsedildi. Her şeyi bir arada tutan ritüeller artık gerçekleşemiyor, kadınlar ve erkekler doğdukları yerleri ziyaret edemiyor ve inançlarına karşı görevlerini yerine getiremiyorlardı. Verimsiz arazilerde kurulan sürgün ve toplama kampları yeni hastalıklarla sarsılıyor, kadınlar daha önce hiç görülmemiş sağlıksız bebekler doğuruyorlardı. Kamplar yavaş yavaş küçüldü, yiyecekler azaldı. Avcı ve toplayıcılar öylesine zayıf düştüler ki, kamplara yiyecek getiremediler. Hastalıklar arttı, yaşlılar ve çocuklar öldü. Ölüm olayları o kadar arttı ki, geleneksel ölüm ritüelleri yapılamaz oldu. Cesetler topluca gömülüyordu…

        REKLAM

        BİLİNEN EN ESKİ GÖÇ

        “Son Aborijinler - En Eski Doğa ve Evren Anlayışı,” bu dramın kitabı. Eser Coşkun’un 10 yılı aşkın araştırma ve saha çalışmasının ürünü olan “Düşzamanı” ve “İnsanın Yaşayan Geçmişi” kitaplarının gözden geçirilmiş versiyonu olan bu kitap bizi sadece insanın en eski geçmişine götürmüyor, aynı zamanda bir kesişme noktasında madalyonun diğer yüzü olan ‘uygar’ insanla karşılaştırıyor. Karşılaşmanın sonucunu yukarıda özetledik.

        Ciddi bir emeğin ürünü olan bu sosyal antropoloji çalışması, “Tarih,” “İnsan,” “Teknik” ana başlıkları altında Aborijinleri mercek altına alırken; keşifler çağını izleyen kolonizasyon ve “uygarlaşma” döneminin Avustralya’nın yerli halkının yaşamı ve kültürü üstündeki yıkıcı, yok edici etkilerini de sahadan tanıkların sözleriyle, anılarıyla aktarıyor.

        Eser Coşkun, şöyle başlıyor söze: “Avustralya yerlileri genel olarak Aborijin olarak anılır. Bu, Latincede, bir yerin asıl sahibi, ilk orijin veya ‘yerli’ anlamına gelen ve beyazların yakıştırdığı bir sözcüktür. Oysa tüm kıtaya uyarlanacak insan veya halk anlamına gelen hiçbir yerli sözcük yoktur. Onlar kendilerini, yörelerine ve ait oldukları topluluklara özgü farklı isimlerle anarlar. En az 40 bin yıldır bu kıtada yaşayan ve dünyada varlığını sürdüren en eski insan toplulukları olan Aborijinler, bu nedenle, insanın en eski geçmişini, inançlarını, geleneklerini, yaşam ve üretim biçimini, özetle her şeyini gözler önüne seren canlı tarih sayılırlar.”

        Coşkun’un aktardığına göre, Avustralya yerlilerinin dünyanın bu en eski toprak parçasına nereden geldikleri tam olarak bilinmiyor. Genel kabul gören bir teoriye göre, son buzul çağında Güney Asya’dan gelmiş olmaları mümkün. Yaklaşık 40 bin yıl önce gerçekleşen buzul çağında, deniz seviyesinin 300 metre kadar alçaldığı, Avustralya kıtasının buzullar vasıtasıyla Güney Asya, Papua Yeni Gine ve Tasmanya ile birleştiği varsayılmaktadır. Aborijinlerin izlediği göç yolunun kuzeyde Papua Yeni Gine, Endonezya adaları, Cava ve Sumatra hattı olması güçlü bir olasılıktır. Eğer böyle bir göç olmuşsa, insanlık tarihin bilinen en eski göçü sayılmalıdır. Buzul çağında kıtanın güneyi günümüzdeki durumun tersine soğuk ve iç bölgeleri daha ılımandı. O devirlerde Orta Avustralya’da büyük nehirler, göller ve zengin bir bitki örtüsü olduğu saptanmıştır. Yaklaşık 15 bin yıl önce, ısı yükselmiş, buzlar erimiş ve bugünkü coğrafya ortaya çıkarak Orta Avustralya çöllerle kaplı kurak bir bölge haline gelmiştir. Bu durumda, yerlilerin sahil kesimlerine doğru göç etmeleri doğaldır.

        Başka bir iddiaya göre yerliler, Avustralya’ya bir zamanlar kuzey batıda var olduğu düşünülen kayıp kıta Lamuria’dan gelmişlerdir. Günümüzde gerçekleştirilen genetik çalışmalar, Aborijinlerin çok eski bir Hint topluluğu olan Dravid halklarının soyundan geldikleri kuramını desteklemektedir.

        AYRI BİR EVRİMLEŞME Mİ OLDU?

        “Son yıllarda sıkça tartışılan ve büyük ilgi uyandıran bir diğer teoriye göre ise insanoğlunun ayrı bir evrimleşme süreci de bu kıtada başlamıştır ve Avustralya yerlileri de bu sürecin bir parçasıdır. Eğer bu teori doğruysa, insanlık tarihinin yeniden yazılması gerekecektir” diyor Coşkun.

        Ona göre yerli efsaneleri bu tezi destekleyen öykülerle dolu. Onlar yaratılıştan beri buradadırlar. Bu toprakla beraber, bu topraktan doğmuşlardır. Arkeolojik bulgular yerli efsanelerinin pek çoğunu doğrulamaktadır. Örneğin, efsanelerde sürekli söz edilen dev hayvanların varlığı kanıtlanmıştır.

        1890 yılında kâşif ve jeolog J.W. Gregory, Callabonna Gölü’nde yaptığı araştırmada iri boyutlarda, nesli tükenmiş bir hayvanın kemiklerine rastladı. Daha sonra Güney Avustralya Müzesi’nde halka sunulan bu hayvan, “diprotodon” denilen dev bir vombattı (keseli hayvan). Yerden iki metre yüksek belkemiğiyle günümüzdeki gergedanlardan daha büyüktü. Avustralya’nın her yanında, dinozor boyutlarında üç metrelik dev kangurular, devasa emular (bir tür devekuşu) ve dev fareler bulundu. Yerli silah ve aletlerinin kalıntılarının da aynı tabakalarda bulunması efsaneleri doğruluyor: Aborijinler dev hayvanlarla aynı zamanlarda yaşamışlardı.

        Yakın zamana kadar antropologlar Aborijinlerin Avustralya’da 10 bin yıldır yaşadıklarını düşünüyorlardı. Ancak 1968 yılında Çin Duvarları adı verilen bir toprak sette, rüzgâr erozyonu genç bir Aborijin kadının kömürleşmiş kemiklerini ortaya çıkarttı. Gözlemciler kökboyası izlerine de rastladılar. Radyokarbon işlemiyle, yanmış cesedin 31 bin yıllık olduğu ortaya çıktı. Daha sonra yapılan araştırmalarda Aborijinlerin geçmişi 40 bin yıldan eskiye dayandırıldı.

        Bugüne döndüğümüzde, 40 bin yıllık geçmişe sahip Avustralya yerlilerinin, kültürlerini, özellikle ritüellerini koruma konusunda son derece duyarlı ve bunları kendileri dışındakilerle paylaşma konusunda şüpheci ve isteksiz davrandıkları görülüyor. Bunun ilk ve en önemli nedeni yerli inançlarının ve buna bağlı olan ritüellerin “gizli ve kutsal” olmalarıdır. Diğer neden ise geçmişte beyazlarla yaşanılan ve halen de yaşanmaya devam eden acı olayların yarattığı güvensizliktir.

        Yazının başında doğa anlayışlarını da sergilediğimiz Aborijinlerin inançlarına ve ritüellerine olduğu kadar ekonomik etkinliklerine, gündelik yaşamlarına, mitlerine ve efsanelerine de yer veren “Son Aborijinler,” ritüelleri, kutsal mekânları, gündelik yaşamdan sahneleri, sanat eserlerini belgeleyen çok sayıda fotoğraf ve resimle de onların dünyasını yanımıza getiriyor.

        REKLAM

        ***

        İKİ TAVSİYE

        Entelektüel neden susar? Mesela Sartre, pek çok emperyalist ve sömürgeci tavra sesini yükseltirken Sovyet toplama kamplarına neden sessiz kalmıştır? Camus, bu çerçevede nereye oturur? Gün Zileli’nin ilginç kitabında. Zarif insan Babüroğlu “Tarihin Kıskandığı Lider”i yazmış ve sağolsun, imzalayıp yollamış. Mustafa Kemal Atatürk’ün hikâyesini ondan hem keyifli hem aydınlatıcı…

        Sartre İkilemi (Gün Zileli / Fol)
        Sartre İkilemi (Gün Zileli / Fol)
        Tarihin Kıskandığı Lider (Naim Babüroğlu / İnkılâp)
        Tarihin Kıskandığı Lider (Naim Babüroğlu / İnkılâp)
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar