Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        O günden bugüne yüzyıllar geçti ama insanlık ilk köleler Arawak’lara dönüşmekten başka bir şey yapamadı. Teknoloji özgüleştirecekken daha da köle mi yapıyor?

        Teknoloji bir determinizm haline geldiğinden yani var olan düzenin, insan hayatının belirleyicilerinden biri olduğundan beri, teknolojinin insanlığa hizmetinden daha fazla insanlar teknolojinin gelişmesine, veri toplamasına, var olmasına birtakım uygulamalar üzerinden hizmet ediyor. Bunu yaparken de aslında gönüllü olarak enformasyon toplumunda içerik üreterek, veri paylaşarak hem bir çalışan gibi dijital emek harcıyor hem de dijital dünyada var olmazsam görünür olamam kaygısı ile sisteme bağımlı hale geliyor. Böylece aslında gönüllü, istekli bir kölelik ortaya çıkıyor. Kristof Kolomb, günlüğünde Arawak yerlileriyle karşılaştıklarında onlardan nasıl iyi köleler elde edilebileceğini ifade ediyordu; çünkü o dönemde “güç” adaya gelenlerin elindeydi. Bu güç toplumlara boyun eğdirmekte ya da köleleştirmekte kullanılan silahlar vasıtasıyla zor kullanılarak hayata geçiriliyordu. Bugün ise teknoloji devrimi ardından sosyal medya platformları aracılığıyla bireyin onay görme ihtiyacını karşılayacak mekanizmanın değişmesi, bireysel varoluşunu “görünür olmak” ile bir algılayan kitlelerin oluşması ve sürekli beslenen, sürdürülebilir kaygıların üretilmesi Arawak yerlilerine karşı kullanılan silahın yerini tutuyor.

        REKLAM

        “Endişe çağı”nda mıyız söylendiği gibi? Kaygılarımız sömürü aracı haline mi geldi? Kaygıyı üreten mi aynı zamanda sömüren?

        Kesinlikle bir endişe/kaygı çağında olduğumuzu düşünüyorum. Burada da önemli olan somut bir şeyle karşı karşıya olmamamız. Korkularımız somut birtakım durumlarda ortaya çıkar. Örneğin fareden korkuyorsanız fare gördüğünüzde korkarsınız ama birileri size sürekli her an her yerden mikro ya da makro boyutlarda fare çıkabilecekmiş gibi mesajlar verirse ve bunu farklı kaynaklardan tekrarlarsa, o zaman korkunuz farenin varlığından bağımsız farenin bir yerden çıkma ihtimali ile sürekli taşıdığınız bir kaygıya dönüşür. Kaygılar belirsizlik ve olasılıklar üzerinden beslendiği için insanı daha fazla rahatsız eder. Gittiğiniz her yere kendinizle birlikte kaygılarınızı taşıyabilirsiniz. Özellikle de kaygılarınız kendinizi kabul ettirmek, toplumsal onay görmek, görünür olmak, belirlenen kriterlerde başarılı olmak, mükemmel olmak, güzel olmak, yaratıcı olmak gibi sonunda kendinizi başkalarının onaylaması ile yeterli ya da yetersiz hissedebileceğiniz bir noktaya gelirse, o kaygılar bir süre sonra bir bakmışsınız sizin parçanız olmuş. Tabii ki bunun sonucu olarak kaygılarınızı gidereceğiniz kaynakları daha fazla beslersiniz. O zaman şu soruyu sormak lazım bu kaygıları kim üretiyor? Üreten de insan, kaygıları ile sömürülen de insan. Ayırt edici nokta, yaşadığımız dünya, kim olduğumuz, hangi kısır döngüye takıldığımızla ilgili farkındalığımızın olması.

        HEPİMİZ AYNI SÜRÜDEYİZ (Ece Baban / Destek Yayınları)
        HEPİMİZ AYNI SÜRÜDEYİZ (Ece Baban / Destek Yayınları)

        “GERÇEK HAYATTAKİ AURA KAYBOLUYOR”

        Gündüz Vassaf’a iç içe geçmeye başlayan sanal ve gerçek dünyayı sordum, “Bunun zararı ne olur” dedim. “Sanalın gerçek, gerçeğin sanal olmasında bir sorun yok. Yeter ki o beni uydu yapmasın. Yeter ki seçme, karar verme, ayırt etme özgürlüğümü koruyabileyim” dedi. Siz artık bunun mümkün olmadığını mı düşünüyorsunuz?

        REKLAM

        Gündüz Vassaf ile röportajınız çok aydınlatıcı ve keyifliydi. Kesinlikle uydu haline gelmeme ve teknolojinin farkındalıkla kullanıldığında sanal ile gerçeğin birbirini tamamlayacak özellikte olması fikrine katılıyorum. Beni bir distopya gibi düşünmeye iten husus Althusser’in ideolojik aygıtlarından biri olan kitle iletişim araçlarından internet teknolojisinin kitleleri standartlaştırma ve sıradanlaştırma, farkındalıklarını ortadan kaldırma konusunda ne kadar etkin kullanıldığını görmek oldu. Kendisini sanal dünyada yeniden yaratan insan gerçek hayattaki aurasını da kaybediyor. Çünkü fotoğrafınızı filtrelemeden ve başkalarının ne yaptığını dikizlemeden, size kimlerin dikizlediğini kontrol etmeden gününüzü geçiremiyorsunuz. Bunun sonucunda da dünyada asıl ilgilenmeniz gereken konulardan uzaklaşıyorsunuz. Tüm bunlar domino etkisi ile aslında çok önemli olan kamusal alanın çöküşüne zemin hazırlıyor. Tabii ki farkındalık yaratmak, insanları bilinçlendirmek, bilgi paylaşmak, haksızlıklara, şiddete tepki koymak için de sanal platformlar aktif olarak kullanılıyor. Ancak ne yazık ki bilinçli kullananlar bilinçsiz kullananlara oranla daha az sayıda. Gündüz Bey’in belirttiği ayrımı yapabilmek için bu konuda bilinçlendirici daha fazla çalışma yapılması gerektiğine inanıyorum. Bu noktada da farkındalıkların ve deneyimlerin paylaşılması, insanlara ayna tutulması önemli olabilir.

        Kaybettiğimiz kimliğimizi sanal ortamlarda mı arıyoruz? Kayıp kimlik sendromu bu mu?

        Kayıp kimlik sendromu, insanın kendini sanal ortamda yeniden yaratırken, gerçek hayattaki kimliğinden çok sanal hayattaki mükemmel kimliğine bağlı olarak yaşaması ve orada gerçeklikten zaman zaman kopuk bir dünya kurması sonucunda ortaya çıkıyor. Kendini daha güzel, daha zengin, daha mutlu, daha çılgın, daha akıllı, başarılı, becerikli, ilgi çekici gibi uzatabileceğimiz birçok “daha” ile göstermek isteyen insanlar var. Bunun için gerçek hayatta yapmadıkları şeyleri yapıyor gibi göstermeye başlıyorlar. Gerçek hayatla uyuşmayan bir sanal kimlik, imaj yaratan insan sonunda kendisiyle çatışıyor. Sanaldaki hayatı gerçekte olmayınca kendi içinde uyumsuzluklar başlıyor. Gerçek kimliklerimiz sanal kimliklerimizin gerisinde kalıyor ve sonunda sürekli kendini başkalarına beğendirmek için paylaşımda bulunan, imaj yaratmaya çalışan insanlarla karşılaşıyoruz. İşte kayıp kimlik sendromu olarak tanımladığım, kişinin sosyal medya platformlarında yarattığı kimliğin gerçek dünyadaki kimliğinin de önüne geçmesi. Gündüz Vassaf’ın açıklamasına gönderme yapacak olursak, dünyamız sanal platformlardaki hiper gerçeklikken, gerçek hayattaki varlığımız sadece ona içerik üreten bir uyduya dönüşebiliyor. Belki karamsar bir bakış açısı olabilir, böyle düşünürseniz itiraz etmeyeceğim.

        “ONDAKİNDEN BEN DE İSTİYORUM”

        İnternette yeni kimlikler üreterek aslında giderek daha fazla anonimleşmiyor muyuz?

        Yavaş yavaş birbirimizin aynısı haline geliyoruz. Makak maymunları üzerinde yapılan bir deneyde beyinlerinin F5 motor bölgesinde “ondakinden ben de istiyorum” ışıldamasının fark edilmesiyle artık bilinçli olarak insanların arzuları üzerinde de kullanılan bir yöntem bu aslında. Sosyal medyada trend olan bir şeyin hiç düşünmeden peşine takılabiliyoruz. Bir süre sonra aslında içerik olarak da bir anlam ifade etmeyen, boş zaman etkinliklerinin kimliklerimizi zamanımızın çoğunu aldığını fark ediyoruz. Böylece birbirinin aynısı ya da benzeri olan, aynı filtreden geçmiş yüzler, kimlikler görüyoruz. Aslında kitabın isminin “hepimiz aynı sürüdeyiz” olmasının nedeni de bu.

        REKLAM

        Bir yandan mahremiyet derdinde görünen insanın –özellikle muhafazakârlaşan dünyada- diğer yandan internette mahremiyetini herkese açması, bir tür şizofreni değil mi?

        İnternet özellikle bizlere, sanırım sorunuzdaki gibi nedenlerden dolayı, korunaklı paylaşım alanları da yaratıyor. Mesela hesabın herkese açık olsun ama bazı paylaşımlarını sadece yakın arkadaşların görsün anlayışı. Kendi içinde bir mahremiyet duvarı oluşturuyor. Böylece aslında muhafazakârlaşan dünyada da sosyal medyanın “sanal” duvarları ardında kendi hayatlarını paylaştığını sanan kitleler ortaya çıkıyor. Bir de bu soruyu diğer bir açıdan ele alalım. Aslında gerçek hayattaki baskılardan, yasaklardan kaçan insanların sosyal medya platformlarında kendilerini daha özgür yaşama çabası da bu anlamda incelenebilir. Dünyanın hangi ülkesinde fazla yasak ve baskı varsa o ülkede o kadar da fazla sırra sahip olan insan vardır. Çünkü insanlar bu yasakları delebilecek ortamlar yaratırlar ve bunu alenileştirmezler. Sanal dünya da size farklı kimlikler yaratarak bu baskıyı üzerinizden atmak için bir ortam sağlıyor. Bir diğer yandan da bir dikizleme bağımlılığı ve kendini dikizletme arzusu söz konusu. Bunun için çılgınca paylaşımlar da olabiliyor, her anını canlı yayın yaparak, fotoğraf çekip sergileyen insanlar da olabiliyor. Bu evinizin kapısı açık bir şekilde salonda oturmaya benziyor. Aslında kendini güvenli bir alana almak isteyen, evine girip mahremiyet alanının kapısını kapatan insan sanal dünyada bu alanı milyonlara açıyor. Şizofreni mi, bilinçsizce bir kullanım mı, baskı ile başa çıkmak için kaçış yolu mu, yoksa herkese şırınga edilen “ben özelim” mesajının bir sonucu mu bilemiyorum ama zamanının çoğunu bu paylaşımlarla geçirmeyi çok sağlıklı bulmadığım kesin.

        HİLAL’İN PANPİŞİ, DOĞUŞ’UN SAKSISI

        Peki dijital kimliğimiz, ya da belki kimliksizliğimiz kapitalizmi nasıl etkiliyor? Meta tüketiminden imaj tüketimine kayan bir alışkanlık var zira…

        Kapitalist sistem enformasyon toplumu içinde farklı bir etkiye sahip oldu. Teknoloji ile hayatımıza giren akıllı telefonlar ve uygulamalar önce bireylerin kendileri, yaşam alışkanlıkları, kaygıları, korkuları, hedefleri, hayalleri konusunda bilgi paylaşmasını sağladı. Sonra uygulamalarda paylaşılan bilgiler depolandı ve bu bilgiler kullanılarak insanları yeniden tüketmeye yönlendirecek daha yaratıcı, daha dokunaklı mesajlar hazırlandı. Eskiden, tükettiğimiz markalarla imaj transferini gerçekleştiriyorduk, aslında hâlâ da bunu gerçekleştirebiliyoruz. Ama yanı sıra kendimiz de sosyal medya hesaplarında paylaştıklarımızla popülerliğimizi, takipçi sayımızı korumak için sürekli yaratıcı bir şekilde bu sürece dâhil olmaya çalışıyoruz. İstediğimiz şey, sistemin içinde sanal kimliğimizle fark edilmek. Gerçek dünya çok kalabalık, gerçek dünyada bu şansa sahip olamayanlar sanal dünyada böyle bir ortam yakalayabiliyor. Fenomen olabilmek için Dünya Kupası maçlarında sahaya çıplak bir şekilde koşarak girenlere şahit olduk. Hilal Cebeci mesela panpiş lafını kullanarak paylaşımlar yapıyordu ve bunu bir halkla ilişkiler çalışması olarak görüyordu. Tabii biz iletişimciler çıldırmıştık halkla ilişkilerin bu şekilde tanımlanmasına ama sonra bir baktık ki Doğuş bir saksıyı kapmış ve çıplak bir şekilde poz vermiş. Fenomen olmak için geçmişten günümüze yapılmayan kalmadı ama fenomen olanlar da bir süre sonra reklam almaya başladı. Yani ister meta, ister imaj tüketin, kapitalizm tüketmenizi destekleyecek zayıf noktalarınızı birer zaafa dönüştürüp o zaafı gidermek için kendine hizmet edecek bir kanal mutlaka yaratıyor.

        REKLAM

        “SOSYAL MEDYA LİDERLER İÇİN FIRSAT AMA…”

        Herkesin kendi kahramanı olduğu sosyal medya çağında aslında kahramanlık bitiyor mu? Bu, siyasetin geleceğini nasıl etkiler? Zira bir yandan da liderler çağından söz ediyoruz…

        Son zamanlarda en çok karşılaştığım paylaşımlardan biri de kahraman olmak için bir pelerine ihtiyaç olmadığı ile ilgili… Aslında insan olarak normal hayatın akışında sorumlu olduğumuz, bizim yüzümüzden dünyada diğer canlıların yaşadığı zorlukların üstesinden gelmesinde onlara destek olmamız gereken durumlarda görevimizi yerine getirmek de bir kahramanlık sayılmaya başladı. Baktığımızda tükenenin sadece kimliklerimiz olmadığını, aynı zamanda kavramların da yeniden anlamlandırılırken tüketildiğini görüyoruz. Foucault ve bilginin iktidarı bu açıdan önemli. Liderlerin iki aşamalı bir iletişim yönetimi yürüttüğünü söyleyebiliriz. Liderler arası toplantılar ve uluslararası platformlarda ayrı, kamu ile ilişkilerinde ayrı. Liderler arası ya da uluslararası platformlarda yapılan açıklamalar söylemlerinizin içeriğine bağlı olarak haksızlığa uğrayanların haklarını aramak için vereceğiniz desteğe, ekonomik dengesizliğe getireceğiniz çözüme, sömürülen bir ülkenin sömürülmesine ne kadar ses çıkarttığınıza ve benzeri konulara bağlı olarak bir kitlenin sizi kurtarıcı olarak görmesinde, lider olarak algılamasında önemli rol oynayabilir. Bunun örneği daha çok az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde görülebilir. Kendi kamuoyuna verdikleri mesajlarda ise liderlerin daha çok halkın içinden, halkla birlikte hareket eden, sıradan alışkanlıkları olan bireyler olarak görülmesine önem verildiğini fark ediyoruz. Bunun için de birçok fotoğraf sosyal medya hesaplarından paylaşılabiliyor. Yaşadığım bir örneği paylaşayım. Yıllar önce devlette önemli bir göreve sahip bir siyasi, bir gün sosyal medya hesabında bir görsel paylaşıp yabancı bir ülkede gezdiğini ifade etti. Ben de kendisini etiketleyerek biz de evde kitap okuyup, çalışıyoruz dedim ve okuduğum kitabı da kendisine tavsiye ettim. Ardından bir ileti daha paylaştı; bulunduğu yerde kütüphanede, elinde bir kitap, “şehirde kütüphaneleri de geziyoruz” diye açıklama yaparak. Sosyal medya liderlerin belki günümüzde kahramanlık rolünden çalıyor ama onlara herkesle iletişim kurabilmek ve belki de daha insani, esprili yönlerini göstermek için önemli fırsatlar veriyor.

        REKLAM

        Bütün liderler böyle mi?

        Liderler sosyal medya platformlarından paylaşımlar yaparak sisteme bir şekilde dahil olmaya çalışıyorlar. Trump’ı biraz ayrı tutmak istiyorum bu konuda. Çünkü hem sosyal medyanın kullanımı, hem de Twitter diplomasisi ile hayatımıza hızlı bir giriş yaptı. Teknolojinin gelişmesi ile yeni nesil liderler ve yeni nesil iletişim anlayışları geliştirildi. Obama döneminde başarı sağlayan sosyal medya platformlarının politik bir araç olarak kullanılması, farklı liderlerin de özellikle dijital doğanlara ilgi çekici mesajlar vermesi açısından önem kazandı. Örneğin hayvan sever olduğunu göstermek isteyenler, spor yaptığını göstermek isteyenler, aslında sıradan bir hayatı olduğu imajını çizmek isteyenler için önemli bir platform, bir araç oldu. Obama’nın Medvedev ile bir hamburgerciye gidip hamburger yerken toplantı yapması o dönemde nasıl bir başkanın da sıradan insanlarla aynı hayatı, aynı lezzeti, alışkanlıkları paylaştığını göstermek için yapılan bir halkla ilişkiler çalışmasıysa, sosyal platformları da liderlerin kendi özel hayatlarını, mutfaklarını, bahçelerini paylaşmasında aynı etkiyi yaratmak için kullanıldı. Burada bence kahramanlaşmak isteyen liderden çok, sosyal medyada halkın içinden olduğunu, aslında sizden biri olduğunu, toplumun hassasiyetlerine kendi özel hayatından kesitlerle abartısız cevap verebileceği bir lider olduğunu anlatabilmek önem kazandı. Tabii bazen bu paylaşımlar samimi bulunurken Boris Johnson’ın İngiltere’de sel nedeniyle etkilenen, bir kişinin de hayatını kaybettiği bölgede paspası eline alıp suları temizlemeye çalışırken verdiği görüntü çok da samimi değildi. Yine Boris Johnson Londra’da hastane ziyareti sırasında çocuğu hasta olan bir babadan şov yaptığı gerekçesi ile oldukça ciddi bir tepki aldı. Eğer sosyal medyayı kullanacaksa liderler samimi olmalı. Siyaset de yeni iletişim olanakları, paylaşım, algı alışkanlıklarına göre kendine bir şekil vermeli. Aynı zamanda liderler de tabii ki.

        REKLAM

        “SINIF FARKI UÇURUMA DÖNÜŞEBİLİR”

        Biz cemaat karşısında bireyin güç kazandığını düşünürken aslında birey ve bireyin hikâyesi ölüyor mu?

        Bireyin gerçek hikayesi deforme oluyor; bireyin içine dahil olmasının beklendiği hikâyeler var. Dolayısıyla birey kendini tükete tükete kendisine verilen rolün bir parçası haline geliyor.

        Teknolojinin insan denetiminden çıktığını düşünüyor musunuz? Bunun sonucu ne olur?

        Teknoloji çok önemli bir güç. Yapay zekâ teknolojileri ile kendi kendini geliştiren bir sistemin hayatımıza girmesi oldukça önemli. Bu gücün kimin elinde olduğu onun kullanımının, yapay zekâ kendini geliştirirken üretilecek çıkarımların da temelini oluşturuyor. Bir makinaya hangi bilgiyi yüklerseniz sonuç o bilgiye dayalı olarak çıkar. Yapay zekâda da aynı şey söz konusu, nefreti yüklerseniz sonuç nefret çıkar ve sizin kontrolünüz dışında bu nefret büyür. Ben Hawking gibi yapay zekânın insanlığın sonunu getireceğini düşünmüyorum ama bir eleme sistemi, bir süzgeç oluşturacağını düşünüyorum. Sonuç olarak şimdi yaşanan sınıf farkının teknolojinin oluşturacağı eleme sistemi sonunda bir kötü ihtimal olarak uçuruma dönüşmesi söz konusu olabilir.

        “İÇERİĞE BAKMANIN ZAMANI GELDİ”

        Bu süreçte elimizle ilişkimiz de önemli. “El”in yazarı Darian Leader, “ellerimizi yeni teknolojiden uzakta tutmak için tasarlanmış birçok projenin başarısızlığa uğrayacağını” söylüyor. Google Glass’ı örnek veriyor. Çünkü basamıyoruz, tıklayamıyoruz, kaydıramıyoruz… Teknoloji bağımlılığımız ve sürüye dönüşmemizde “elimizin” ne kadar payı var?

        REKLAM

        Sorunuzu okuyunca aklıma Michelangelo’nun “Adem’in Yaratılışı” eseri geldi. Elimizin payı büyük tabii. Homidlerin gelişerek geldikleri ilk nokta çakıltaşlarından alet yapmaları ve bu aletlerin beslenme ve avcılıkta kullanılabildiğini keşfetmeleriydi. İnsanın gelişiminde de, ilerlemesinde de elini kullanmanın etkisinin ne kadar önemli olduğunu ve beynin yaratıcı gücü ile birleştiğinde ortaya neler çıkabileceğini biliyoruz. Şimdi ise teknolojiyi kullanırken aslında kullandığımız araçlar elimizin bir uzantısı haline geldi. VR gözlük takarak gözümüzle bazı seçimler yapma imkânımız var ama yine de elimizi kullanmak istiyoruz. Çünkü elimizi kontrol etmeyi daha iyi biliyoruz. Gelecek nesillerde dijital doğanlar elini kullanmadan yönetebileceği teknolojilere belki daha kolay adapte olabilecek. Bu durumun biraz da dijital teknolojiyi kullanma alışkanlıklarımızla ilgili olabileceğini söyleyebilirim. Sonuç olarak elimizi, alışkanlıklarımız çerçevesinde bizi teknolojide yaptığımız tercihler yüzünden aynılaştırmaya katkı sağlayan bir araç olarak görebiliriz. Ama gelecekte biz bu tercihleri gözlerimizle de yapabiliriz. Önemli olan McLuhan’ın söylediği gibi kullandığımız aracın mesajın yerine geçmesi. Söylenenler değil hangi aracın bize ulaştığı önemli. Şu an elimizi kullanarak bu araçlara katkı sağlıyoruz. Belki de artık içeriğe bakmanın, söylenenin bize ne kattığının farkına varma zamanı gelmiştir.

        Dünyanın yasak elmadan Apple’ın elmasına gelmesi, gidişatımız yolunda ne gösteriyor?

        Aynı hikâyelerin, yaşadığınız çağın özelliklerine göre üretilen yeni versiyonlarının egemenliğini gösteriyor. Huxley, “Eğer söylediklerinizle karşınızdaki insanı etkilemek istiyorsanız kazdığınız toprakta bir su olmalıdır. Çünkü ikna etmeye çalışırken yaptığımız şey sadece var olan suya yön vermektir. Eğer toprakta su yoksa boşuna kazmayın” der. Tabii Huxley propaganda ile ilgili olarak bu cümleyi kurmuştur. Elma aynı elma, hikâyesi bildiğimiz hikâye, her ne kadar Apple markasının bu logoyu seçme nedeni gizemli bırakılmışsa da var olan suyu yönlendirerek daha çabuk algılanabilir bir hale gelmesi açısından bu logoyu kullanıldığını söyleyebiliriz. Tabii bu noktada bilgi kaynağı olarak kullandığımız arama motoruna Apple yazdığımızda karşımıza ilk çıkan görselin hangisi olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu, içinden çıkılması zor bir kısır döngü. Sizin kendinize ait olarak düşündüğünüz çoğu tercih aslında başkaları tarafında yönlendiriliyor. Bu durum sizin en çok aradığınız görseli, kelimeyi vs de etkiliyor. Böylece bir kelimeyi yazdığınızda ilk çıkan sanki en çok aranan görsel, kelime, yazı, makale vs olarak çıkıyor. Bu da bizi sürünün bir parçası haline getiriyor. Asıl önemli soru sopayı tutan kim?

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar