Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Fransa’nın en ünlü ailelerinden birine mensup, büyük bir servet sahibi, 46 yaşındaki Mathilde ile evli 55 yaşındaki Kont de Vertueil…

        Sulh hakimi kocasını sekiz yıl önce kaybeden, yüksek burjuvaziden ve iki milyonluk servete sahip üç çocuklu dul Bayan Guérard…

        18 yaşında, 20 yaşındaki Bay Rousseau ile evlenen, başta sadece 70 franka sahip ama el ele verip çalıştıkları kırtasiye dükkânıyla normal bir hayata kavuşan yetim Adele…

        Çamaşırcı anne, duvar işçisi babasıyla tavanı delik bir odada sefalet içinde yaşayan çelimsiz, bir deri bir kemik 10 yaşındaki oğlan çocuğu Charlot…

        150 kişilik bir mezrada çiftçilikle geçinen, üç çocuğu artık kendinden uzakta yaşayan, hastalık nedir bilmemiş 70 yaşındaki Jean-Louis Lacour...

        Yaş ve cinsiyet, ekonomik durum ve sınıf, iyi ve kötü fark etmeden hepsi bir gün öldü…

        Ve “Suçluyorum,” “Meyhane,” “Germinal” gibi klasiklerin ustası, 19. yüzyılın en çok konuşulan ve tartışılan Fransız yazarlarından Emile Zola bu ölümlerden kısa hikâyeler üretip önümüze getirdi. Çok basit ve doğal anlatımıyla (ki Zola “natüralizm” akımının öncülerinden zaten) çarpan bu beş öyküde Zola, aslında ölümün sıradanlığını anlatmakla kalmıyor, ölüm öncesi ve sonrasında ölenin yakınlarına mercek tutarak “yas” denen şeyin gerçekliğini de sorguluyor.

        Yukarıda bahsettiğimiz, kimseyi rahatsız etmek, tiksindirmek istemeyen yüksek çevreden bir adam olarak son arzusu uygun biçimde göçüp gitmek olan Kont de Vertueil’ün cenaze merasiminde meramımızı anlatacak bir sahne yaşandı: “Arabalardaki insanların keyfi yerindeydi, Paris baharının ortasında aheste beste Boulogne Ormanı’na gezintiye gidiyor gibiydiler. Cenaze arabası artık gözden kaybolduğundan, toprağa verme işi çabucak unutuldu; sohbetler koyulaştı, hanımefendiler yaz mevsiminden bahsetti, erkekler iş konuştu.”

        NASIL ÖLÜNÜR (Emile Zola Çev: Aysel Bora Can Yayınları)
        NASIL ÖLÜNÜR (Emile Zola Çev: Aysel Bora Can Yayınları)

        PARA ÖLÜMÜ ZEHİRLERSE

        Özellikle araya para girdiğinde, ölen arkasında geride kalanların aklını çelecek belli bir miktar mal ve nakit bıraktığında bu yasın gerçekliği iyiden iyiye azalıyor.

        Babalarının ölümüyle birlikte her biri 500 bin Franklık mirasa konan, şimdi de 68 yaşındaki anneleri Bayan Guérard’ın sonunu ve dolayısıyla iki milyonluk servetini bekleyen üç çocuğa odaklanalım. Zola’nın yazdığına bakılırsa, çocuklar mirasa konacakları parayı düşünmeseler bile Bayan Guérard, son nefesine kadar parayı savunma şekliyle bunu onların aklına düşürmekten geri kalmıyordu. “Onlara öylesine ters bir ifadeyle, öylesine apaçık bir korkuyla bakıyordu ki, çocuklar başlarını çeviriyordu. O zaman da, onun ölümünü bekledikleri inancına kapılıyordu; aslında çocuklar da bunu düşünmüyor değillerdi hani, annelerinin sessiz bakışlarındaki soru işaretleri yüzünden sürekli bu düşünceye takılıp kalıyorlardı. Çocuklarının açgözlülüğünü kışkırtıp uyandıran bizzat kendisiydi.”

        Ve neticede bir gün Bayan Guérard, “Çocuklarım… Çocuklarım” diye kasılarak, oğullarının onu soyduğu düşüncesiyle ölüverdi. Cenaze günü üç oğlu gözlerini üstündeki kapağın kaldırıldığı mezar çukuruna dikmiş halde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu; sıraları gelince onlar da gelip bu serin gölgede uyuyacaklardı. Mezar kazıcılar yaklaşırken, arkadaşları oğlanları alıp götürdü.

        Aradan iki gün geçti, aynı üç çocuk annelerinin noterinin yazıhanesinde dişlerini sıkarak ama bu kez kupkuru gözlerle, tek kuruş kaybetmemeye azimli, düşmanca bir öfkeyle kapışmaya başladılar. Bekleseler, gayrimenkullerin satışını aceleye getirmeseler yararlarına olacaktı ama gerçeklerini birbirlerinin suratına vurmaya başlamışlardı çoktan: Charles her şeyi icatlarıyla yiyip bitirecekti; Georges’un onu yolan bir sevgilisi vardı; Maurice herhalde yine delice bir borsa oyununa dalmıştı, sermayeyi batıracaktı. Noter boş yere onları bir anlaşma düzenlemeye razı etmeye çalışıyordu. Birbirlerini ihtarname göndermekle tehdit edip ayrıldılar.

        Zola kıssadan hisseyi şöyle veriyor: “İçlerinde, cimriliği ve parası çalınacak korkusuyla, ölmüş anneleri uyanmıştı. Para ölümü zehirlerse, ölümden bir tek öfke çıkar. Tabutların üzerinde insanlar dövüşür…”

        SONRA HER ŞEY BİTER…

        Bu öykülerde yazarımız, ölümle sıfırlanan sınıfsal ve ekonomik ayrılıkları vurgulamayı da iyi beceriyor. Zengin Kont ve Bayan Guérard’ın ölümünün ardından, 10 yaşındaki zavallı Charlot’nun dramatik sonuna uzanıyoruz.

        Hasta Charlot, tek oda evde, yastığına gömülmüş bir halde uyumaktadır. Ailenin günden güne ağırlaşan sefaleti rüzgarla birlikte, çatıdaki ve penceredeki deliklerden odaya dolar. İkinci akşam annenin son gömleği de satılır; üçüncü gece eczacının borcunu ödemek için hastanın altından birkaç avuç yün daha çekip alınır. Sonra her şey biter, geriye hiçbir şey kalmaz.

        Geçimini yollardaki buzları kırarak sağlayan (geçim dediysek, günde 40 kuruş alıyordu) baba Morisseau’nun derin tenakuzu insana lanet okutacak cinsten: Bu şiddetli soğuk Charlot’yu öldürebilir diye buzlar çözülsün isterken, bir yandan da bundan korkuyordu. İşe giderken yolları bembeyaz görünce seviniyor; sonra yukarıda can çekişen küçüğü düşünüp yüreğinin derinlerinden bir güneş ışını, karları silip süpürecek bir bahar ılıklığı istiyordu.

        Beşinci gün, Morisseau son 40 kuruşunu getirdi eve. Buzlar çözülmüştü, teşekkür edip artık işine son vermişlerdi. Bu da her şeyin sonu oldu. Bir sabah doktor tekrar gelmeyeceğini söyledi. Çocuğu kaybediyorlardı…

        Doktorun “Onu bu rutubetli hava bitirdi” sözüne karşı Morisseau yumruğunu havaya kaldırdı: “Zaten yoksul insanlar her türlü havada geberip gidiyorlardı! Eğer karısı isteseydi bir mangal kömür yakıp üçü birden giderlerdi. Her şey daha çabuk biterdi.”

        Ve son cümle: “Ah sıskacık, tüy kadar hafif bu çocuğun cesedi ne kadar da sefildi! Karda ölmüş bir serçeyi şiltenin üstüne yatırsalar bu kadar az yer kaplamazdı…”

        TOPRAKLA RANDEVU GÜNÜ

        Bir de doğal, kendiliğinden, olması gerektiği gibi olan ölümler var ki 70’lik çiftçi Jean-Louis Lacour’unki işte tam da buna örnek.

        Yine bir hasat zamanı, çocuklar köye geldi ama hasta Jean-Louis yerinden kıpırdamıyordu. Onlar tarlayı boş bırakacak değiller ya! Üç gün boyunca çocuklar her sabah tarlaya gittiler. Jean-Louis bir köşede yorgunluktan yığılıp ölüme terk edilen yılkı atları gibiydi. 60 yıl çalışmıştı, madem yer işgal etmekten ve insanları rahatsız etmekten başka bir işe yaradığı yoktu, artık göçüp gidebilirdi. Zaten çocukları da öyle büyük bir üzüntü içinde değillerdi. Toprak onlara böyle şeyleri kanıksamayı öğretmişti; ihtiyarı alacağı için kızmayacak kadar yakınlardı toprağa. Sabah bir kontrol, akşam bir kontrol, daha fazlasını yapamazlardı. Eğer baba her şeye rağmen ayağa kalkarsa, bu onun bünyesinin ne kadar sağlam olduğunun kanıtı olacaktı. “Ölürse, bedenine ölüm girmiş demekti, ölüm bedene girince de hiçbir şeyin, hatta istavroz çıkarmaların da ilaçların da onu yerinden kıpırdatamayacağını herkes biliyordu. Oysa bir inek kendini tedavi edebilirdi.”

        Cenaze günü, herkes elbette tabutun çukura indirilmesine yardım etti. Çünkü Lacour Baba bu çukurda rahat edecekti. Toprağı tanıyor, toprak da onu tanıyordu. Çok iyi anlaşacaklardı. Nedeni belli: “Toprak ona bu randevuyu vereli neredeyse 60 yıl olmuştu; ihtiyarın ilk kazma darbesiyle onu yardığı gün. Şefkat artık burada bitmeliydi, toprak onu almalı ve saklamalıydı. Ne güzel bir istirahattı bu! Duyacağı tek ses ot saplarını ezen kuşların hafif ayakları olacaktı. Başının üstünde kimse yürümeyecek, rahatsız edilmeden yıllarca evinde kalacaktı. Bu günlük güneşlik bir ölüm, kırların dinginliğinde sonsuz bir uykuydu…”

        Beş hikâyede, 50 sayfada ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi son.

        *

        İKİ TAVSİYE

        Alman felsefeci, sanattan eleştirel düşünceye, ahlaktan cinselliğe uzanan konularda ve 136 başlık altında içinde yaşadığımız gerçekliğin tutarsızlığını anlatıyor. Onu, “Aşikarlık Dehşeti” ile tanımıştınız. Osmanlı, 18. yüzyıldan itibaren “bu işin böyle gitmeyeceğini” anlamış, modernleşme çabalarına hız vermişti. II. Selim ve II. Mahmut’la başlayan bu süreç, reform çağında bu çözüm arayışlarını anlatıyor.

        Tutarsızlıklar (Marcus Steinweg / İthaki)
        Tutarsızlıklar (Marcus Steinweg / İthaki)
        Osmanlı Modernleşmesi (Ahmet Dönmez / Kitap)
        Osmanlı Modernleşmesi (Ahmet Dönmez / Kitap)
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar