Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sefahat ve zenginlikle başladığı hayatını elem ve kederle bitiren bir eski İstanbullunun kaleminden sokak sokak, bina bina, aile aile eski Beyoğlu’nu okuyoruz. Özellikle de ticaret burjuvazisini oluşturan Levantenlerin dünyasını. Hem de Cemal Süreya’nın çevirisiyle, hem de Çelik Gülersoy’un müthiş portre yazısıyla...

        Beyoğlu’nda ilk büyük dönüşüm Levantenlerin yani ticareti elinde tutan Müslüman olmayan azınlıkların birer birer gitmesiyle yaşandı. Yapılar da insanlar da kültür de birlikte dönüştü. İşte bu dönüşümden öncesini, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Beyoğlu’nun sosyal topografyasını hem de hiç alışık olmadığımız, bir daha da rastlamadığımız biçimde anlatıyor Said Naum-Duhanî. Kitap ilk kez 1947 yılında saman kâğıdına ve resimsiz şekilde Fransızca basıldı. Türkçe ilk basımı ise Çelik Gülersoy yönetimindeki Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından 1982’de gerçekleştirildi. Bu yeni baskı, Cemal Süreya’nın çevirisiyle yapılan 1982 baskısının elden geçirilmiş hali.

        TERSİNE DÖNEN HAYAT

        Aslında yazarın yaşamı, anlattığı Beyoğlu kadar ilginç ve gizem dolu. Gençliğini yanında geçirmiş, uzun yıllar onunla çalışmış Çelik Gülersoy’un kaleminden öğreniyoruz bunu. Duhanî Ailesi Suriye ve Lübnan kökenli bir Hıristiyan cemaatine mensuptur. Said Bey, babası Naum Paşa Osmanlı’nın Lübnan Mutasarrıfı iken Beyrut’un ünlü Beyteddin Sarayı’nda doğar, gençliğini de babası sefir iken kentin en parıltılı döneminde, I. Dünya Savaşı öncesine kadar Paris’te geçirir; gece kulüplerinde, otellerde, tiyatrolarda, ünlü artistlerle... Babası öldüğünde para suyunu çeker, bir Fransız sahne sanatçısıyla evlenip İstanbul’a yerleşir: Beyoğlu Parmakkapı’da St. Pulcherie Fransız Okulu’nun karşısındaki dar ve uzun “Naoum Pacha” apartmanına. Yetişkin oğullarıyla 1920 ve 30’ların Beyoğlu’sunda yine de müreffeh bir hayat yaşamaktadırlar. Gözü monokllu, siyah elbiseli, yelekli, kolalı yakalı Said Bey o zamanki adıyla Turing Kulüp’te direktörlük yapmakta, Fransızca mektupları dikte etmektedir. Akşamları da eşiyle Tokatlıyan’a, Lebon’a, tiyatroya uzanırlar. “Her şey yolunda giderken hayat rüzgârı birden tersine döner” diyor Gülersoy: “Gepegenç oğulları, monden ve ciddi, parlak istikballi Sadi, şimdi iyi bilemiyorum, ya bir aşk meselesinden ya okul ve imtihan başarısızlığından canına kıyar.”

        Yıl 1932 ya da 33’tür. SaidNaum Duhanî’nin dünyası başına yıkılır. Madam valizini kapıp Paris sahne hayatına döner, Said Bey kendini hücre cezasına mahkûm edip 3-5 metrekarelik bir tavan arasına kapanır. Yaklaşık 40 yıl orada yaşar. Aynı rutinle süren günlerinde Beyoğlu’nu baştan başa neredeyse şuursuzca yürür. O arada 2 kitap yazar. Biri bu, diğeri de evlerden çok yaşamı, eski kişileri anlattığı “Beyoğlu’nun Adı Pera iken”.

        3 GÜZERGÂHTAN

        Said Naum-Duhanî, Beyoğ- lu’nda yürürken görmediğini sandığımız sokakları, binaları, yaşamları bizi de yanında yürüterek en canlı haliyle anlatıyor. Bunun için de 3 güzergâh çiziyor: 1) Tepebaşı yoluyla: Altıncı Daire - Galatasaray 2) İstiklâl Caddesi yoluyla: Tünel Meydanı - Galatasaray 3) Galatasaray - Taksim Meydanı - Ayazpaşa. Onunla yürürken sadece dönemin mimarisini gösteren taş binalara bakmıyoruz. Balkonlardan, pencerelerden evlere sızı- yor, başka başka hayatlara, bambaşka bir tarihe tanıklık ediyoruz.

        Not: Keşke kitap fotoğrafları da gösterecek daha iyi bir baskıyla yapılsa, keşke Gülersoy’un yazdığı portrede Said Bey ve oğlu Sadi’nin adı karışmasa ve keşke 27. sayfada antlaşma tarihi 3 Mart 1978 değil 1878 olsaydı.

        KİTAPTAN...

        “Woods Paşa’nın eski evinin hemen hemen tam karşısından Gazete Sokak’a giriyoruz. Bu küçük sokakta iki yetenekli müzisyen, Kompozitör Furlani, daha sonra da Saray Musiki Topluluğu’nun piyanisti Dussap Paşa aynı evde oturmuşlardır... Yine Gazete Sokak’ta, Avrupa ve Amerikan firmalarının temsilcisi, silah vb. ticaretiyle uğraşan M. Joseph Nikiti’nin evi vardı. Bugün bu yapı apartman haline dönüşmüş bulunuyor. Sultanın özel gereksinimlerini karşılayan M. Nikiti rahmetli Abdülhamid’e birçok ‘Smith ve Wesson’ revolver modeli sağlama olanağı bulmuştur. Tanrı’nın izniyle büyük nişancı olan devrik hükümdar, bir nişan tahtası üstüne attığı kurşunlarla, Arap harfleriyle kendi adını yazabiliyordu.”

        “Ağa Camii’nden sonra Rumeli Han gelir. Günümüzde Kemal Saraçoğlu tarafından yönetilen Rebul Eczanesi’nin başlangıçtaki adı Paris Eczanesi’ydi. Geniş hanın alt katında bulunmakta ve kat alanının dörtte birini işgal etmektedir. Ana caddeden girişte sol tarafta kalan bölüm eskiden muhallebici dükkânıydı. Buraya doğrudan pasaja açılan bir kapıdan giriliyordu. Üçlü bir cinayete karışmış bir adam bu muhallebicide öldürülmüştür. Taksim Sokağı 14 Numara’da bulunan evlerinde Bayan Kamelya, annesi Despina ve aşçıları Kirkor bu cinayetin kurbanı olmuşlardır. Hanımların köpeği de katil hançerden kurtulamamıştır.”

        ‘İSTANBUL'DA AŞK DA DÖNÜŞÜMDEN PAYINI ALDI’

        Atilla Birkiye “Melankolik Fırtına”da İstanbul’un ve aşkın hallerine dair yazdı. “İstanbul’da aşkın” hallerine dair veya. Kendinizden çok şey bulabileceğiniz bu anlatılar üzerine sordum ben de ona.

        Bana, aşktan yok olan bir insanı, aşksızlıktan yok olan bir şehri anlatıyor gibi geldi kitap...

        Bir bakıma öyle, bu şekilde de özetlenebilir; bu tanım ve bu tanımın çevresinde genişliyor kitap... Ancak anlatının sonuna doğru saptadığınız durum değişiyor da şehrinki değişmiyor!

        “İstanbul aşkın şehridir hem de aşkın en geniş karşılığıyla...” Belki de artık aşkın şehri değildir İstanbul. Bu özdeşlik tükenmedi mi?

        Tükenmiş gibi görünüyor; aslında bana da öyle geliyor. Ancak bellek nasıl bazı anları saklıyorsa doğal olarak bazı duyguları da saklıyor. Yine her şeye karşın şehir de bazı mekânlarını, semtlerini, sokaklarını saklıyor yani anaç hali bazı yerlerde şimdilik sürüyor. İşte ne kaldıysa o kalan, özlem duyulan o şehirden ve duygusundan...

        Veya dönüşen, bozulan İstanbul’la birlikte aşklar da dönüşüyor, bozulmuyor mu?

        Bu ilk bakışta çaresizmiş gibi. Dönüşüm, değişim zamanla da ilgili. Bambaşka bir zamana geldik, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra inanılmaz bir hız var. Bu daha çok teknolojik, dijital vb. dönüşüm, değişim. İster istemez İstanbul da aşk da bundan payını alacak. Bu pay İstanbul için de aşk için de olumsuz. Her dönüşüm, değişim bir “ilerleme” olamıyor. En kötüsü estetiğini yitiriyor.

        Aşk mı İstanbul’u besliyordu, İstanbul mu aşkı?

        Edebiyatımıza baktığımızda, genel olarak diyebiliriz ki ikisi iç içe geçmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki Nuran ile Mümtaz’ın ilişkisi, aşkı böyledir. Belki benim için de gerçek hayatta bu böyleydi. Ne var ki hayata bakışınızla ilgili bir mesele aynı zamanda... Başkaları için böyle olmayabilir. Öte yandan İstanbul’dan nefret eden yazarşairler de vardır. İstanbul’u ele geçirmeye çalışan göçmenler ya da nimetlerinden yararlanmayı umut eden göçmenler de. Günde 10 saat çalışan bir emekçi için bu kadar büyülü olmuyordu kuşkusuz İstanbul. Tüm bunlara rağmen, son yıllardaki kaos, gençliğimde özlediğim İstanbul’da ve öncesinde yoktu.

        “İstanbul elimizden gidiyor” diyor kitapta. Biz kimiz?

        Kuşkusuz kimileri için gitmiyordur. O yere tükürmeyen, çöpünü atmayan, onlarca kat dikmeyen, kaçak inşaat yapmayan, yeşili seven, Sinan’ın eserlerine sahip çıkan, örneğin Şemsi Paşa Camii’ni koruyan, Kılıç Ali Paşa Camii’nin en azından estetiğinin peşine düşen, Süleymaniye’nin görkemini anlamaya çalışan, bu tür anıtların etrafını binalarla çevreleyen değil de büyük yeşil alanlar bırakan; Pierre Loti’sinden Aşiyan’a kadar şehrin eski, o kendisinin olan siluetini benimseyen, koruyan vb. İşte onlar bu “biz”. Çocukken bize de selam veren, hatırımızı soran mahalle sakini büyüklerimiz de kış günlerinde sobanın üstündeki kestaneli yaşam biçimi de ayrı...

        “Beyoğlu yüz yıldan fazla modernleşmenin kalbi, ya şimdi, modernleşme de Beyoğlu da nereye gidiyor?” Ben sorayım?

        Hiçbir öngörüm yok. Kendi adıma memnun değilim. Kalabalık ayrı bir tartışma konusu; tabii ki herkesin “yaşama hakkı” eşit olmalı ama kalabalık da her zaman bir güruh değil. Şimdiki Beyoğlu’nda kalabalık değil güruh var. Ayrıca temiz olmak, özenli olmak da her zaman parayla karşılık bulmamalı. Çok pahalı olunca her kesimden insan oraya gelemez. Eskiden de ucuz bir yer değildi belki ama sınıfsal fark bu kadar açılmamıştı. (Sanırım arka sokaklar o eski semtin hâlâ parçası.) Öte yandan sorunumuz da işte bu; modernleşme ya da modernleşememe. Beyoğlu her zaman bu meselenin odak noktasıydı. Bazen yalnızca görünüşteydi. Önceki görünümleri, örneğin yüz yıllık bir süreç için, 2000’li yıllara kadar diyelim, bir olumlanmaysa; şimdi bir olumsuzlanma.

        BU HAFTA NE OKUSAK?

        Türk reklamcılığının ilklerini, tarihini, ustalarını geçmiş reklamlardan örneklerle anlatıyor Ender Merter. Sektördeki 35 yıllık tecrübesiyle, çıraklara yol göstermek için... “Ayak Seslerimiz”de ise Mısır’dan İsrail’e göç etmiş bir Yahudi ailenin yaşadıkları var.

        Usta İşi Ender Merter Garaj Kitap

        Ayak Seslerimiz Ronit Matalon Çev: Şahika Tokel YKY

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar