Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Uyandım... Uyandım dediysem, sadece gözlerimi açtım. Neredeyse üç saattir yataktayım. Önce uzun uzun tavanı izledim. Bu eve taşınalı 6 ay oluyor ve ben ilk kez tavanımıza bakıyorum. Zweig’ın ruh halini “Hiç bir insan onun kadar deliliğin kenarından aşağı bakmamıştır” diye tarif ettiği Nietzsche’nin, “Uzun süre uçuruma bakarsan,uçurum da sana bakar" sözü gerçek oldu. Tam olarak kaçıncı dakikada yer değiştirdik bilmiyorum ama bir süredir tavan da bana bakıyor.

        Tavandan gözlerimi kaçırıp telefonuma uzandım. Hepsi birbirinin aynı ve sonunu merak bile etmediğim ‘story’lerinarasında gezinirken tavan başını sallıyordu: “Neden hala yataktasın!?”

        Salona nasıl gittim hatırlamıyorum. Televizyonu açtım. Ekranda gözümü kanatan kırmızı bandın üzerinde, o hiç geçmeyen, Allah’ın belası ‘Son Dakika’ duruyordu.

        Tavanla göz göze kalmayı tercih ederdim doğrusu!

        Tam olarak kaç gündür böyleyim bilmiyorum.

        Korkuyorum! “Kaygıyı yaratan şey korkudur” diye okumuştum bir yerlerde oradan biliyorum, tüm hücrelerimle korkuyorum...

        Kendim için değil bu korkum. Babam için!

        Nereden gelip oturduysa göğüs kafesimin üzerine, Allah’ın belası bir sorunun altında eziliyor kalbim: “Babama sarılırsam onu öldürür müyüm?”

        ACIYI DA SEVGİYİ DE KÜÇÜK BİR EKRANA SIĞDIRDIK

        Babam 73 yaşında, KOAH hastası, karaciğeri ve böbreğinde de sorunlar var. 23 gündür evden dışarı çıkmıyor. Ve ben onu Fenerbahçe-Galatasaray maçından beri görmüyorum. Birlikte izlediğimiz ve bizim 20 yıl aradan sonra 3-1 kazandığımız maçtan sonra, biraz da bana kızgın bir şekilde, ayrılmıştı bizim evden...

        Kaç gün olmuş, 36? Bilmiyorum... 36 sadece bir sayı, kalbime sorarsan aramıza bir ömür girdi sanki!

        Nerede olduğunu görmediğim, ben de mi karşımdakinde mi olduğunu bilmediğim bir virüs yüzünden hem kurban hem katil olarak yaşıyorum kaç gündür.Ve sevdiğine “Bu akşam beni gülüşünle öldürdün” diyen adamı anlıyorum; bir sarılmayla babamı öldürmekten korkuyorum.

        Tam da bu yüzden koca bir hayatı 3-5 inç’lik bir ekrana sıkıştırmış yaşıyorum günlerdir.

        ‘Youtube Usta’dan ekmek yapmayı öğreniyorum. ‘WhatsApp’tan arkadaşlarımla yazışıp Facetime’da yüz yüze görüşüyorum onlarla. Instagram’da konsere gidiyorum; TikTok’ta gülüp, Twitter’da öfkeleniyorum...

        Evde koltukta oturmuş Kilimanjaro Dağı’ndan Büyük Kanyon’a yürüyorum. Yeni Zelanda’nın güneyinde ispermeçet balinalarıyla yüzüp Kolombiya dağlarında kahve çekirdeği topluyorum.

        Yattığım yerden market alışverişi yapıp, salonun bir köşesinde oturduğum yerden işe gidiyorum.

        İngiltere’de koronavirüse yakalanan bir adamın, solunum cihazından çıkarıldığı son anlarında eşi ve iki çocuğuna 3-5 inç’lik ekrandan veda ettiğini öğreniyorum. Bu vedaların her gün daha da arttığını, koronavirüsün yoğun bakımdaki hastaların sevdiklerine vedasını, o ölüm anı tecrübesini değiştirdiğini belirten palyatif bakım uzmanı ve ‘Dear Life’ kitabının yazarı Dr. Rachel Clarke’ın sözlerini okuyorum: “Ailelerin sevdiklerinin yanına gitmeleri imkansız. Çünkü bu virüsün bulaşma ihtimali çok yüksek. Yüz yüze olmanın, dokunmanın yerini tutmaz ama bu görüntülü iletişim de son bir veda için çok önemli...”

        İnsanların dağ gibi acılarını küçücük ekranlara gömdüğünü görüyorum.

        Son günlerde bir tespih böceği gibi kendi içimize kapanıp, hayatı küçücük ekranlarda yaşadığımıza şaşırmıyorumartık... O eşiği geçtim ben... Birkaç hafta önce yaz için tatil planı yaptıkları ailelerine şimdi küçücük ekranın içinden son bir kez el sallayıp bu hayattan ayrılaninsanlariçinağlıyorum.

        Babama olan sevgimi her gün bilmem kaç inç’lik bir ekrana tıkıştırıyorum da günlerdir yakamdan düşmeyen 'Şimdi babama sarılırsam onu öldürür müyüm' korkumu kainata sığdıramıyorum işte.

        KİMİN KATİLİ KİMİN KURBANI OLACAĞIM BİLMİYORUM

        Atlayıp arabaya 15 dakika sonra yanında olmak varken, günlerdir o Allah’ın belası, “Babama sarılsam onu öldürür müyüm?” sorusunu boş bırakıp diğer sorulara geçemiyorum.

        Fransız yazar Leon Bloy bıkmadan usanmadan kulağıma fısıldıyor: “Bir cehennemde yaşıyoruz ve her insan en yakınındaki kişiye işkence etmekle görevli bir şeytan!”

        Kaç gündür, bir virüsün elinde oyuncak oldu hayatım, kimin katili kimin kurbanı olacağımı bilmeden yaşıyorum!

        Sahi kimin şeytanıyım ben?

        Şu anda Covid-19 denilen virüsle babamın arasında bir cam var.

        Babam 23 gündür 25 metrekarelik bir odada, bir camın arkasından bakıyor hayata... ‘Şimdilerden oluşmuş bir sonsuzluğa hapsolmuş’ gibiyiz ikimizde. Her konuşmamızda bu ‘gönüllü karantinadan’ pek de şikayeti olmadığını söylüyor. Tek derdi saçları!

        Her aradığımda aynı espriyi yapıyor beni korkutacağını düşünerek: “Bugün berbere gittim, saçlarımı kestirmeye!..”

        Normal zamanda onu bir hafta, 10 gün görmemeyi hiç umursamayan ben şimdi günün yarısını onu göremediğim için, içim içimi yiyerek geçiriyorum.

        Ve benim bu halime en doğru teşhisi sevgili Dr. Who koyuyor: “Sona erene kadar hiçbir şey acıklı değildir!”

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar