Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MİNİK Pamir'in ölümünden sonra "abuk sabuk", daha doğrusu insanlık dışı yorumlar yapanlarla ilgili sert bir yazı yazdım.

        Sağolsun okurlar da çok destek verdiler.

        Aynı fikirde olan ne çok kişiymişiz diye mutlu oldum.

        Ama bazı itirazlar da gelmedi değil.

        Doğrusu itirazları anlamakta zorlandım.

        "Biz de karşı tarafız ama Pamir için biz de üzüldük" diyenlerden gelen mail'lerden söz ediyorum.

        Burada "karşı taraf"ı doğrusu anlamakta zorlandım.

        Ben ne bir siyasi anlayıştan söz ettim, ne de başka bir şeyden.

        Sadece "insanlıktan" bahsettim.

        İnsan olmakla olmamak arasındaki farkta hiçbir siyasi yön yok bence.

        Ama şu gelen mail'i de sizinle paylaşmak istedim.

        "İnsanlığımızın test edilmesiyle" ilgili olduğu için çok hoşuma gitti.

        "Merhaba Fatih Bey,

        Pamir'in kayboluşu üzerine yaşanan yoz enformasyona dair yazdıklarınızı acı çekerek okudum. Haklısınız.

        Bir de bu yana bakmanızı umut ediyorum.

        Başakşehir'de yaşıyorum. Evet, İstanbullu değilim, Anadolu'nun bir kasabasında doğdum ve üniversite eğitimi için İstanbul'a geldim, 40 yaşındayım ve 4 yaşında bir oğlum var. Demokrat Partili bir dedenin torunu, MHP'li bir babanın oğlu, bir AK Partiliyim.

        Cuma akşam saatlerinde, okul yıllarından bir arkadaşımla karşılaştım semtte. Telefonla konuşuyordu, inanın konuşurken dudaklarından kan sızıyordu, rengi bembeyazdı. Görüşmesinin bitmesini bekledim, Pamir'in kaybolmasını duymuştu. Kendisinin de 4 yaşında bir yeğeni olan ve yeğenine olan düşkünlüğü herkes tarafından bilinen bu arkadaşım, ormanda bir çocuk kaybolmuş olabilir bilgisini almıştı. Çocuklara çok düşkün olan bu adamın henüz telefonda konuşurken farkında olmadan ısırdığı dudaklarından kan sızıyordu.

        'Hayırdır?' diye sordum korkarak, 'Bir çocuk kaybolmuş, ormanda olabilirmiş, ben n'apıcam şimdi' diye sayıkladı. Dünya başına yıkılmıştı.

        Tabiatı sert, acı çektiği zamanlarda yalnız kalması gerektiğini bildiğim arkadaşımın yanından uzaklaştım bir şey demeden.

        Bu arkadaş, onu tanıdığım günden beri, İslamcı dünya görüşünü taşıyan, muhafazakâr olmayan tutuculuk dediği bir Anadoluculuk iddiasında olan, nevi şahsına münhasır bir Orta Anadolu delikanlısıdır. Beyaz Türkleri sevmez. Sağcıdır. Kendi doğrularından şaşmaz.

        Amatör avcı olan bu arkadaşımın hava kararmış olmasına rağmen, o ormana Pamir'i aramaya gideceğinden ve bulunmadan dönmeyeceğinden emindim.

        Ertesi sabah eşimle birlikte biz de Zekeriyaköy'e gittik, bu arada sosyal medyada neler konuşulduğunu da gördük duyduk.

        Cumartesi sabahı Zekeriyaköy'de uzaktan o arkadaşımı gördüm. Dizlerine kadar çamur içindeydi, çamur üzerinde birkaç kez kurumuş, yeniden ıslanmış gibiydi. Bitkindi, bir gecede yüzünde derin çizgiler oluşmuştu. Yanına gitmedim, uzaktan gördüğüm kadarıyla, ne dost ne arkadaş hiç kimseyle yüz yüze gelmesi iyi olmayacaktı, parmaklarının arasındaki sigara kül olmuştu.

        Bunları abartmadan, sadece olduğu gibi yazdım.

        Bu arkadaş ne TV, ne sosyal medya hiçbir mecra takip etmez. Olan biten, konuşulanlardan haberi olması imkânsızdı. Pamir'in ebeveynlerinin kim olduğunu bilmiyordu, merak etmiş bile olduğunu sanmıyorum. Onun için önemli olan, kendi insanlığının test edildiği bu durumdu sadece.

        Empati yapıyordu ve kahrolmuştu biliyorum.

        Bu satırlar dünya görüşü suyunun öte yanından, insanlık suyunun tek yanından yazılıyor. Bir de bu adamı düşünerek, bizi ayıran nehri daha iyi tarif edebileceğinize inanıyorum.

        Sevgilerle.

        E.Y."

        Tak tabela, indir tabela

        ÇOK yazmışımdır, "Bu memlekette kimsenin adını yaşarken herhangi bir şeye vermeyin" diye.

        Çünkü bizde değer ölçüleri yoktur.

        Bir gün baştacı olanın, yarın üzerinde tepinilmeyeceğinin garantisi yoktur.

        Dün omuzlarda dolaştırdığımızın, yarın suratının orta yerine ederiz.

        Her şey konjonktüreldir.

        Konjonktürü belirleyen ise genelde gücü olandır.

        Birkaç yıl önce İstanbul'da bir stada Hakan Şükür'ün adı verildi.

        Hak edip etmediği benim tartışacağım bir şey değil. İsmi verenler "hak ettiğini" düşündüler ki verdiler.

        Önceki gün stadın üzerindeki "Hakan Şükür Stadyumu" tabelası indirildi.

        Hakan Şükür'ün gol krallığı mı alındı, şikeci olduğu mu ortaya çıktı, doping skandalına mı karıştı?

        Hayır. Bunların hiçbiri olmadı.

        Sadece Hakan Şükür, mensubu olduğu partiden istifa etti. İsim indirildi.

        Aynısı dün Ünye'de oldu.

        Bir otobüs terminaline AK Parti'nin kurucularından, Milli Görüş'ün emektarlarından İdris Naim Şahin'in adı verildi.

        Hak etmiş miydi bilemem.

        Bakanlığında yaptıklarıyla hak ettiğini zannetmiyorum sadece.

        Ama verildi.

        Dün o da indirildi.

        Çünkü o da partisinden istifa etti.

        O yüzden lütfen yaşayan kişilerin isimlerini oraya buraya vermeyin.

        Güç gidince ya da güçlü olan o ismi beğenmeyince indiriyorsunuz.

        Emin olun daha çoook isimlerin çoook yerlerden indiğini göreceğiz Allah ömür verirse.

        O nedenle ne adı bir yere verilen sevinsin, ne indirilen üzülsün.

        Türkiye'de bundan daha boş bir iş yok çünkü.

        Siyaset, bilime müdahale eder

        BU gazeteye kazandırmış olmaktan en büyük mutluluk duyduğum yazar kimdir biliyor musunuz?

        Neva Çiftçioğlu. (Gerçi şimdi evlendi ve soyadına bir de Banes ekledi.)

        Her çarşamba Bilim Yorum köşesinde muazzam değerli bilgiler aktarıyor.

        Ben de Neva'yı her salı, yazısını yollar yollamaz okuyorum. (Siz çarşamba günü okuyabiliyorsunuz.)

        Neva dün "Siyaset, bilime yön vermeye çalışırsa" diyerek NASA'nın Kırım meselesinden dolayı Ruslarla yaptığı işbirliğini kesmesine kızmış ve çalıştığı kurumu sert biçimde eleştirmiş.

        Tabii orası bir demokrasi olduğu için Neva'yı NASA'dan atmayacaklarından eminim.

        Ama ben bu kez Neva'ya katılmıyorum.

        Siyaset, bilimi her zaman yönlendirmiştir.

        Mesela, Ay'a gidilmesi tamamen siyasetin işidir.

        Soğuk savaşın sidik yarışı sırasında Kennedy'nin koyduğu bir hedeftir Ay'a gitmek ve siyasi destekle başarılmıştır.

        Amerikalıları Ay'a götüren uzay ve roket teknolojisi de siyasi bir hedeftir aslında.

        Naziler olmasa, roket teknolojisi olmayacaktı, Amerikalılar Almanlardan bu teknolojiyi aşıramayacaktı ve Ay'a belki çok daha uzun bir zaman sonra gidilebilecekti.

        Naziler'in bilime kazandırdığı pek çok şey vardır bu şekilde.

        Ya da siyaset, bilime müdahale etmese nükleer teknolojisi gelişmeyecek, bugün dünyanın gelişmiş ülkelerinin pek büyük bölümünün enerjisi bu yolla sağlanamayacaktı.

        Siyaset, bilime "yön verme" veya "yön gösterme" açısından her zaman müdahale etmiştir.

        Tabii bilimin yapılış biçimine müdahale ayrı bir şeydir.

        O ancak "gelişmeyi aklından bile geçirmeyen" ülkelerde olur.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        "Adamı olanla" değil "bilenle" çalışmayı tercih ettiğimiz zaman.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar