Yine bir CHP liderine saldırı
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sokakta falan değil Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında yumruklandı.
Kılıçdaroğlu, yumruk yiyen ne ilk ne de son siyasetçi olacaktır.
Vahim olan, bunun TBMM çatısı altında gerçekleşmiş olmasıdır.
Konuya başka bir yönden bakarsak da, her nedense saldırıya uğrayanların genelde Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanları olması ilginçtir.
Ecevit başta olmak üzere diğer liderlere yapılan saldırılardan dünden beri sağda solda epey bir bahsedildi.
Ben ise İsmet İnönü'ye yapılan ve pek de hatırlanmayan bir saldırıyı hatırlatmak istedim.
1964 yılında, Türkiye'nin bir ara rejim dönemini kapatmaya çalıştığı günlerde rahmetli İnönü'ye de bir saldırı olmuştu.
Hem de öyle yumrukla falan değil, silahla.
Mesut Suna isimli bir vatandaş, tam da Başbakanlık binası önünde İsmet İnönü'ye silahlı saldırı düzenlemiş, kimilerine göre 3, kimilerine göre 4 el ateş etmiş, İnönü bu saldırıdan yara almadan kurtulurken çevresindekilerden vurulanlar olmuştu.
Kayserili bir elektrik teknisyeni olan Mesut Suna'nın o sırada henüz 3 yıllık bir parti olan Adalet Partisi'nin üyesi olduğu ortaya çıkmış ve suikastın gerekçesi olarak sanığın, Menderes'in asılmasından İnönü'yü sorumlu tutması olarak gösterilmişti.
Kılıçdaroğlu'na yönelik saldırının hangi niyetle gerçekleştirildiğini bilmiyoruz, ama sanki yeni bir Alparslan Arslan vakası gibi duruyor.
Kafası karışık bir saldırgan söz konusu.
Bir yandan Alperen Ocakları üyesi olduğu söyleniyor.
Diğer yandan odasında Abdullah Çatlı ve Deniz Gezmiş resimleri bir arada asılıymış.
Bana sorarsanız, bu işi kim organize ettiyse, bu saldırıyla CHP ile MHP arasındaki olası işbirlikleri ihtimalini ortadan kaldırmak istiyor.
Çok mu komplo teorisi?
Olabilir.
Ama bir teori sadece.
Not: Yumruğun en azından bir yararı oldu. Aylardır birbiriyle konuşmayan iki lider, "geçmiş olsun" amaçlı da olsa iki satır konuştular.
Kredi kartı aidatları
KREDİ kartları meselesi, memleketin en önemli meselesi olmaya devam ediyor.
Normal, çünkü millet kredi kartıyla yaşıyor.
Türlü cambazlıkla gelirinin üzerinde bir yaşam sürme çabası içerisinde herkes.
Haliyle bankalara yönelik bir isyan da söz konusu.
Kredi kartı faizlerinin oranı ve kredi kartları için bankaların aldığı "aidat" ücretleri herkesin canını yaktığından gürültüsü de büyük oluyor.
Kredi kartlarında taksitli ödemelerde "fahiş faiz" uygulanması gerçekten büyük haksızlık.
Ama bunu söylerken bankaların da hakkını yememek lazım.
Kredi kartları bir anlamda "kolay kredi" yolu olduğu için bankalar açısından da diğer kredi türlerine oranla daha yüksek risk içeriyor.
Bu riskin belirli ölçüde faize de yansıması normal.
Yeter ki, "soygun" düzeyine ulaşmasın.
Ancak kredi kartı aidatları konusu farklı bir durum.
Kredi kartı bir hizmet mi?
Evet.
Bir hizmeti alıp karşılığında bir şey ödememek normal mi?
Değil!
Ben kredi kartının her türlü avantajından yararlanırım, taksitli ürün alırım, mil biriktiririm, hediye alırım, puan toplarım, indirim alırım ama bunun karşılığında o kredi kartını bana verene "zırnık ödemem" dediğiniz zaman Anayasal suç işlersiniz.
Çünkü bu, bankalara yüklenmiş bir angaryaya döner ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre angarya suçtur.
Ancak bankalar açısından bunun da bir çözümü vardır.
Bir müşteri bankaya kredi kartı aidatı ödemek istemiyor mu? Kredi kartını sadece üzerinde nakit taşımamak için mi kullanıyor.
O zaman "aidatsız" bir kredi kartı verirsin.
Ama aidatlı kartların yararlandığı hiçbir hizmetten yararlandırmazsın.
Taksit yaptırmazsın, mil vermezsin, puan vermezsin, indirim yaptırmazsın. Sadece "ödeme" hizmeti yaptırırsın.
Bunun için de bir aidat talebin olmaz.
Bence Bankalar Birliği, bankalara böyle bir uygulama yaptırmalı.
"Aidatlı kart" ve "aidatsız kart" diye iki tür kart olmalı.
Böylece aidat gürültüsü biter en azından.
Belki bir yöntem olur
KÜÇÜK Pamir'in saatler süren aramalardan sonra komşunun havuzunda bulunması, arama-kurtarma çalışmalarını da sorgulanır hale getirdi. Arama ekiplerinin bu eleştiriye verdiği yanıt, "Biz canlı arıyorduk. Komşudaki havuzun dibine niye bakalım" demesi bir ölçüde mantıklı olsa da kulağa hoş gelmiyor.
Arama faaliyetleriyle ilgili olarak bir emniyet yetkilisinin anlattığı yöntemi hatırlatmak istedim.
Yıllar önce İzmir'de benzer bir olay olur.
2.5-3 yaşlarındaki bir çocuk evden kaçar ve kaybolur.
Polis ve gönüllü siviller çocuğu aramaya başlarlar, ama sonuç alamazlar.
Sonunda emniyetten birinin aklına "bir çocuk psikiyatrına" danışmak gelir.
Hemen bir psikiyatr getirilir ve bu yaştaki bir çocuğunun evden kaçması halinde hangi düzende hareket edeceğini öngörmesi istenir.
Çocuğun ailesinin evi dik bir yokuştadır ve bütün aramalar "Çocuk yokuş aşağı inmeyi tercih etmiştir" diye yolun aşağı kesiminde yoğunlaşmıştır.
Psikiyatr tam tersini söyler.
Çocukların yürüme alışkanlıkları gereği o yaşlarda yokuş aşağı gitmeye korktuklarını ve bu yüzden de emekleyerek bile olsa yokuş yukarı çıkmalarının daha yüksek olasılık olduğunu belirtir.
Aramalar yukarı doğru yoğunlaşır.
Yine psikiyatrın tavsiyesiyle çocuğun ortaya çıkmasını sağlamak üzere havaya balonlar salınır, bölgedeki ormanlık alanda çocukların ilgisini çekecek gürültülü ve eğlenceli faaliyetler yapılır.
Nitekim çocuk bir iki saat içinde bulunur.
Pamir'in ölümünde belki bu işe yaramazdı ama yine de bir yöntem olarak bilinmeye, hatırlanmaya değer.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Filmlere bilimsel yayın muamelesi yapmadığımız zaman.