2003 ve bugün
AK Parti'nin 4. Büyük Kongresi sonrasında konuyla ilgili bir şey yazmaya fırsat olmadı.
Kongre akşamı Habertürk''ün canlı yayınında telefonda bir şeyler anlatıyordum ki, sağolsun Didem Yılmaz lafı ağzıma tıkayınca orada da anlatmak istediklerimi anlatamadım.
Meseleyi ele almak kaldı bugüne.
Başbakan Erdoğan'ın Büyük Kongre'de yaptığı konuşma, bende ciddi biçimde hayal kırıklığı yarattı.
Doğrusunu isterseniz, ben oradaki o uzun konuşmada bambaşka cümleler, bambaşka bir ton bekliyordum.
Günlük siyasetten uzak, muhalefete çakmaktan imtina eden, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili net planlarını anlatan "üst perdeden" bir konuşma.
Lafın özü "ustalık dönemi" konuşması.
Başbakan Erdoğan öyle yapmadı.
Her zamanki güzel, etkileyici, şiirlerle, benzetmelerle süslü, hırslı, bazen öfkeli, bazen sevecen sesli bir konuşmaydı. Ama şaşırtan bir konuşma değildi.
Bildik, tanıdık tipik bir Erdoğan konuşmasıydı.
Dinleyicileri alıp götüren, heyecan veren, etkileyen, coşturan bir konuşma.
Ama daha çok partiye yönelik, parti tabanına yönelik, AK Parti hissiyatına yönelik bir nutuk.
Buna karşılık dağıtılan AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu-Toplum-Siyaset-Dünya başlıklı kitapçık benim beklentilerimi çok daha fazla karşılayan bir metindi. Yenilikler, gelecek planları orada gizlenmişti.
Başbakan'ın konuşmasının bende bıraktığı iz ise "Recep Tayyip Erdoğan, Milli Görüş'le giderek daha fazla barışıyor, Milli Görüş çizgisine giderek daha yakın durmaya başlıyor" oldu.
Bir gün sonra ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM'nin açılışında kürsüye çıktı.
Gül asla ve asla Başbakan Erdoğan kadar iyi bir hatip, büyük bir natuk değil. O büyük hitabet yeteneği Allah vergisi ve Cumhurbaşkanı Gül'de o denli fazla yok.
Ama yine de içerik açısından iyi bir konuşmaydı Gül'ünki.
Ve iki konuşmayı bir gün arayla dinledikten sonra şunu gördüm:
AK Parti'nin 2003 ruhuna Gül sahip çıkıyor.
Gül, 2003'te kalmış.
Erbakan'a bayrak açıp liderliğe aday olduğu zamanki ruh halini ve o gün aldığı pozisyonu koruyor.
Başbakan Erdoğan ise 2003 ruhunu Milli Görüş'le harmanlıyor. Milli Görüş'ün İslam dünyasında geçmişte takındığı tavrı aynen benimserken, içine milliyetçilik katıyor.
Benim anladığım şudur:
Abdullah Gül AK Parti'nin 2003'üdür.
Tayyip Erdoğan ise bugünü.
Barzani meselesi
BARZANİ'nin AK Parti Kongresi'ne davet edilmesi ve bolca alkışlanması epey bir tepki topladı.
Tepkilere bir şey demek mümkün değil.
Bugün AK Parti iktidar olmasaydı ve iktidar partisi Barzani'yi davet etseydi, aynı tepkiyi AK Parti ve seçmenleri gösterirdi. Çünkü terörle mücadelede binlerce evladını kaybetmiş bir halk için Barzani'yi hazmetmek kolay değil.
Ama Barzani'ye suçlamak da hakkımız değil.
Çünkü hangi Barzani'yi suçlayacağız?
Bir dönem peşmergeleri Türk ordusunun emrine verip teröre karşı omuz omuza çarpıştıran Barzani'yi mi, yoksa ABD'nin Irak'a "demokrasi" getirmesinden sonra havaya girip bölgedeki Kürt halklarının liderliğine soyunup küstahlaşan Barzani'yi mi?
Ya da son dönemde yine Türkiye ile yakın işbirliği yapıp ülkesine istikrar getiren ve Türkiye'yle iyi ilişkiler yürüten Barzani'yi mi?
Hangisini?
Barzani Kürdistan'ın diktatörüdür ve kendi çıkarları için çalışır.
Barzani bilir ki, ülkeler arasındaki ilişkiler çıkarlara dayalıdır.
Bugün Türkiye'yle iyi geçinmek onun çıkarınadır.
Aramız iyidir.
Hükümet belli ki, Barzani ile iyi geçinmek Türkiye'nin de çıkarına diye düşünmüş ve davet etmiş.
Çıkarımıza mıdır, değil midir bilemem.
Ama şunu bilirim.
Uluslararası ilişkiler kan davası üzerine kurulmaz.
Anlık, günlük, orta ve uzun vadeli çıkarlar üzerine kurulur.
AK Parti de böyle düşünmüş olmalı ki Barzani'yi kongreye davet etmiş. Kan davası yapmamış.
Bence bir mahzuru yok.
Hoşgörülü olmak ve ülkenin geleceğinin kan davalarından daha önemli olduğunu görmek iyi bir pozisyon.
Keşke iktidar hep böyle yapsa!
Tüketiciyi Koruma Kanunu mu dediniz!
EVDE bozulan bir şeyin yerine yenisini almak için dün çarşıya çıktım ve anladım ki, Türkiye'de tüketici Allah'a emanet.
Yemin ederim dünyanın bir damla medeniyet görmüş bir ülkesinde böyle bir rezalet, tüketiciye böyle bir saygısızlık olmaz.
Bozulan şey bir lavabo. Ben de yenisini almak için bir dükkâna girdim.
Çok bilinen bir markanın bayii.
Ürün kodunu söyledim. "Var" dediler.
"Kaç lira?" dedim.
"150 TL" dediler.
Parayı verdim. Beklemeye başladım.
Stoktan çıkmadı.
Paramı iade ettiler.
300 metre ileride yine aynı markanın bir başka bayiine girdim.
Aynı lavaboyu sordum.
Varmış.
Bu kez fiyat farklı. 180 TL.
"300 metre geride 150 TL. Sizde 180. Arada yüzde 20 fark var nasıl olur?" dedim.
Yanıt kısa oldu:
"Git oradan al."
Çıktım dükkândan.
1 kilometre sonra, daha merkezi bir bölgede bir başka bayi buldum.
Girdim.
"Var mı?"
"Var."
"Kaç lira?"
"80."
"Bir yanlışlık olmasın. Kodu 6069."
"Tamam beyefendi o. Yanlışlık yok."
Aldım çıktım.
Aynı ürün, aynı marka. 1 kilometre çapında bir bölgede 80 ile 180 TL arasında değişen fiyatlar.
Bir de bu ülkede Tüketiciyi Koruma Kanunu var değil mi?
Yerler böyle kanunu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hiçbir riski göze almamanın aslında her şeyi riske atmak anlamına geldiğini idrak ettiğimiz zaman. G.B.