Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SURİYE’deki duruma “Muhalifler ile iktidar arasındaki mücadele” demek için iyiden iyiye saf olmak lazım.

        Suriye’deki durum artık net bir “iç savaş”tır.

        Üstelik de, Türkiye ve bölge için vahim olan tarafı bu iç savaşın “ikiden çok tarafı” olmasıdır.

        Vahimdir, çünkü Suriye, giderek çok parçalı bir yapıya doğru yol alıyor.

        Herkes Esad’ın kuracağı ayrı bir “Nusayri devleti”nden çekinirken, şimdi ülkedeki tüm etnik ve dini paydaşlar ayrı bir mücadele içine doğru gitmeye başladılar.

        Kürtler, Sünniler, Nusayriler, demokratlar, radikal İslamcılar, hepsi...

        Türkiye, Suriye’deki Esad karşıtı hareketleri desteklerken bunların varacağı noktayı öngörmüş müydü bilmiyorum, ama gelişmelerden olumsuz etkilenme olasılığı en yüksek olan ülke yine Türkiye.

        Suriye’nin bölünmüş ve destabilize olmuş yapısının bölgede en çok kime yarayacağını bilemem, ama en az Türkiye’ye yarayacağını söyleyebilirim.

        Geçen hafta Suriye’de patlayan ve Esad’ın yakın çevresinden ölümlere neden olan bomba ise “medeni” dünyanın ikiyüzlülüğüyle ilgili önemli bir “turnusol” vazifesi gördü.

        Bir dostumun söylediği gibi, bombanın kurbanları etnik olarak ilginç bir puzzle oluşturuyorlardı.

        Bir Sünni Arap, bir Hıristiyan Arap ve bir Türkmen patlama sonucu can verdiler.

        Esad’ın yakın çevresindeki bu isimler, bir anlamda Suriye’nin etnik yapısının yönetime aksetmiş haliydi.

        Patlamayı gerçekleştirdiği iddia edilen veya eden grup ise tipik bir radikal İslamcı örgüt bildirisi yayınlayarak patlamayı üstlendi ve varlığını duyurdu.

        Patlamayı üstlenen radikal İslamcı grubun bildirisinin, geçmişte benzerlerini gördüğümüz bildirilerden farkı yoktu.

        Medeni dünya işte burada açığa düştü.

        Eğer böyle bir patlama, böyle bir grup tarafından yönetiminin kabul gördüğü, liderinin Batı yanlısı olduğu bir ülkede meydana gelseydi, tüm “medeni” ülkeler bu saldırıyı kınar, örgütü düşman ilan eder, örgütün üzerine çullanmak için fırsat kollarlardı.

        Ancak patlama Suriye’de meydana gelip Batı karşıtı bir lideri ve iktidarını hedef aldığı için, bu saldırı kınanmak ve eleştirilmek bir yana, neredeyse alkışlandı.

        Bu da çok net gösterdi ki, uluslararası camia denilen grubun, bir ülkede olan bitene “insani değerler, demokrasi, terör karşıtlığı” gibi bir pencereden baktığı falan yok.

        Önemli olan, o ülkedeki rejimin Batı ile olan ilişkileri.

        Batı dünyasının emrindeysen sana her şey mubah, istediğini yapabilirsin.

        Batı dünyasına karşı isen sana karşı yapılan her şey mubah.

        Ortadoğu ve Türkiye ve fatura

        ARAP Baharı denilen olayın sonu belli olmasa da, gösterdiği çok net bir gelişme var.

        Bu da Arap ülkelerindeki Baasçı veya Post-Baas diyebileceğimiz türde rejimlerin artık olmayacağı.

        Bu rejimler, Batı destekli bir biçimde yıkılırken Türkiye de buna destek verdi. Bu desteği açık biçimde veren AK Parti iktidarının bu destek için kendince çok önemli bir "gerekçesi" vardı.

        AK Parti ve danışmanları biliyordu ki, bu rejimler yıkıldıkça ve demokrasiye benzer bir yapı kuruldukça Baasçı rejimlerin yerine o ülkelerin toplum sosyolojisine uygun iktidarlar oluşacak.

        Ve yine AK Parti ve danışmanları çok iyi görüyordu ki, bu yeni iktidarlar "İhvan" kökenli yapılar olacak.

        Yani Sünni Müslüman siyasi yapılar.

        Çünkü baskı altındaki bu ülkelerde yıllardır rejime karşı nispeten de olsa örgütlenebilen tek unsur "İhvan-ı Müslimin", yani Müslüman Kardeşler yapılarıydı.

        AK Parti iktidarı böyle yapıların bu ülkelerde işbaşına gelmesiyle beraber, Türkiye'nin o ülkelerdeki etkinliğinin artacağını, bu ülkelerle Türkiye'nin yakınlaşacağını öngörüyor ve bu yüzden de değişiklikleri destekliyordu.

        Gerçekten de AK Parti kadroları içinde, İhvan'la yakın ve eski ilişkileri olan pek çok isim vardı. Tabii tersi de söz konusuydu.

        AK Parti iktidarının bu öngörüsü aslında büyük ölçüde gerçekleşme yolunda.

        Ancak ortada bir sorun var.

        "Birileri" bundan rahatsız olmuş olabilir.

        Olabilir de değil, mutlaka olmuştur.

        Türkiye'nin Ortadoğu coğrafyasında kurulacak bu yeni rejimlerin üzerinde "etkili" ve "hami" olması istenmeyecektir.

        Çünkü böylesi bir durum, Türkiye'yi "istenenden ve umulandan" daha güçlü ve önemli hale getirecek, Ortadoğu'da ileriye yönelik planları etkileyecektir.

        Türkiye artık "güçlü bir ülke olmaya çalışmanın" faturasını ödemeye hazırlıklı olmalıdır.

        Jüri

        HÜLYA Avşar'ın Altın Portakal jürisine başkan olması "entelektüel" sinemacılar tarafından eleştirildi.

        Kendi açılarından haklı olabilirler.

        Ama Altın Portakal entelektüel değil, popüler kültüre yönelik bir yarışma olmak istiyorsa, Hülya Avşar'ın jüri başkanı olmasında yadırganacak bir taraf olmadığı gibi alkışlanması gereken bir durumdur.

        Çünkü Hülya Avşar hem Türkiye'deki popüler kültürün önemli bir parçasıdır, hem de Türkiye'deki en iyi, en üst düzey kadın oyunculardan biridir.

        Enteller bunu kabul etse de böyledir, etmese de böyledir.

        Üstelik de Türkiye'de entelektüel düzeyi yüksek zaten yeterince sinema ve film yarışması vardır.

        Altın Portakal bunlardan biri olmak veya biri kalmak zorunda değildir.

        Dahası dün açıklanan jüriye baktığımız zaman da entelektüel düzeyin hiç de düşük olmadığını, sadece Kutluğ Ataman gibi uluslararası kabul görmüş, farklı alanlarda başarılı çalışmaları olan çok büyük bir sanatçının varlığı bile bu yılın jürisini çok önemli hale getirir.

        Altın Portakal düzenleme komitesi, tüm eleştirilere kulak tıkayıp doğru yolda ilerlemelidir.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Sadece değeri olanlara yanıt verdiğimiz zaman.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar