Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İlkel kabilelerin büyücülerine gösterdiği saygıyı, modern toplum olduğunu iddia edenler doktorlarından esirgemediği zaman.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Kutsal emanetlere emsal olur!

        Kutsal emanetlere emsal olur!
        0:00 / 0:00

        Haber ne yalanlandı, ne de doğrulandı.

        Ama belli ki, duman ateş ulan bir yerden çıkıyor.

        Ya da sükut ikrardan geliyor.

        Bilmiyorum ama meseleden benim haberdar olmamı sağlayan da, ciddi bir gazeteci, Şalom yazarı Karel Valensi oldu.

        İsrail kaynaklarına yakın bir gazetecidir.

        131 yıldır İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte olan Siloam Yazıtı’nın “Jest olsun diye” İsrail’e iade edileceğini yazdı Valensi.

        Haberi İsrail kaynaklarından almıştı. Zaten ardından İsrail gazeteleri de haberi verdiler.

        Osmanlı’dan beri, tam 131 yıldır Türkiye’de olan, 2700 yıllık Siloam Yazıtı İsrail’e hediye edilecekti.

        3 gün oldu, iddia ne Cumhurbaşkanlığı ne de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yalanlandı.

        Önce isterseniz Siloam Yazıtı ne ona bakalım.

        Ahaz’ın oğlu ve 13. Yahudi Kralı Hezekiah, Milattan Önce 8. Yüzyılda Ortadoğu’da hızla yayılan Asurluların Kudüs’ü de kuşatmasından endişe ederek, kentin kuşatma sırasında susuz kalmaması için, su kaynaklarından birini bir tünel ile şehrin içindeki Siloam Havuzu’na bağlamaya karar verir.

        Vakit kazanmak için, tünel iki uçtan kazılmaya başlanır.

        Kazıcılar ortada buluşacaklardır.

        Nitekim bunu başarırlar ve bu başarıyı kutlamak için bir yazı hazırlayıp, tünelin iki tarafının buluştuğu orta yerine duvara mıhlarlar.

        Aradan bin yıllar geçer.

        REKLAM

        Tünel unutulur gider.

        Ve 1880 yılında bir çocuk şans eseri tüneli yeniden keşfeder.

        Tabii tünelin içindeki yazıtı da.

        Ancak yazıt 1890 yılında çalınır.

        Durumu öğrenen Osman Hamdi Bey, Kudüs sancağının başındaki İbrahim Hakkı Paşa’dan yazıtın bulunmasını ister.

        Yazıtı çalan tüccar bulunur, yazıt alınır ve İstanbul’a yollanır.

        Ve Osman Hamdi Bey’in kurduğu İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde o gün bugündür sergilenir.

        Bu yazıt asla çalıntı değildir.

        Bulunduğu günün yasalarına uygun şekilde imparatorluğun bir kentinden diğerine yollanmıştır.

        Bu yüzden de İsrail’in yıllardır süren ısrarlı taleplerine rağmen geri verilmemiştir, İsrail tünele bu yazıtın bir replikasını asmak zorunda kalmıştır.

        İşte İsrail’e “barışma nişanesi” olarak iade edildiği iddia edilen yazıtın hikayesi bu

        Ancak bu iade, çok ciddi sorunlar doğurabilir.

        Osman Hamdi Bey tarafından aynı dönemde, Sayda ya da Sidon kazıları sırasında çıkarılıp, İstanbul’a getirilmiş “Sidon Lahitleri” var mesela.

        En ünlüleri “İskender Lahdi” olarak bilinen lahitler.

        Bu durumda yarın öbür gün Ürdün de bunları isterse, ne yanıt vereceğiz.

        Ya da Suudi Arabistan ile aramızı düzeltmek ve hatta belki de Suudi Arabistan Prensi’ni Türkiye’ye yatırım yapmaya ikna etmek için Kutsal Emanetleri de Suudilere geri mi vereceğiz!

        İsterlerse ne diyeceğiz. “Sui misal emsal olmaz” mı!

        O sui misali kendimiz yaptıysak bile!

        Ya da “Bu haber doğru değil” diyerek rahatlayacak mıyız!

        Rahibe

        Rahibe
        0:00 / 0:00

        Tam oturup, “Yahu Nagehan Alçı’yı hep eleştiriyoruz ama tüm hatalarına rağmen bir yandan da iyi işler de yapıyor. Taliban yönetime el koyunca Afganistan’a gitti röportajlar yaptı, savaş çıktı Ukrayna’ya gitti. Gazeteci olmak için çok ciddi çaba gösteriyor. Bunu da kutlamak lazım” diye yazacaktım, bir mont giydi, bir çuval inciri berbat etti.

        Gerçekten de genelde çok eleştirdiğim Nagehan Alçı’nın son zamanlardaki gazetecilik çabalarını çok doğru buluyordum.

        Öyle ya da böyle sorunlu bölgelere gitmekten kaçınmıyor, oturduğu yerden ahkam kesmeden muhabirlik yapıyordu.

        Her ne kadar bu seyahatlerinde de eleştirilse de, yaptığı işler okurlar açısından kayda değer bir habercilik çabasıydı.

        Ancak Nagehan Alçı, yaptığı doğru düzgün işleri bile tartışmalı hale getirmenin bir yolunu ne yazık ki her seferinde bulabilme gibi bir yeteneğe sahip.

        Ukrayna’da da aynı şey oldu.

        Belli ki, Ukrayna’nın direnişinin sözcülerinden biri haline getirilmiş ve Ukrayna’da iktidar muhalefet herkesin Rusya’ya karşı birlikte hareket ettiğini göstermek için özellikle seçilmiş eski Cumhurbaşkanı ile direniş noktalarından birinde bir röportaj yaptı.

        Bence önemli bir işti.

        Çünkü oradaki onca gazetecinin hiçbiri bu düzeyde bir röportajı gerçekleştirememişti.

        REKLAM

        Ancak Alçı, bu güzelim işi üzerine bir Ukrayna askeri üniforması giyerek tartışmalı hale getirdi ve röportajın içeriğine bakma gereği bile duymayan herkes Alçı’yı eleştirdi.

        Haklılar mıydı!

        Evet haklılardı.

        Bir gazeteci böyle bir şey yapmamalıydı.

        Taraf olmamalıydı ama ne yazık ki, Türkiye’de gazetecilik unutulduğu ve gazetecilik sergilenen bir taraftarlık haline getirildiği için ve bu artık gazetecilik zannedildiği için Alçı tarafını belli etmekte ve üniforma giymekte bir beis görmemişti.

        Çünkü geldiği yerde gazetecilik taraftarlıktı.

        Üstelik de bugünlerde popüler olan Ukrayna taraftarlığı idi.

        Eleştiriler üzerine Nagehan Alçı “Üşümüştüm” dedi ve ekledi, "Burada Rusya'nın yanında yer almak 2. Dünya Savaşı'nda Hitler'in yanında yer almak gibidir."

        Unuttuğu şey ise savaşların yalanlar üzerine kurulduğu idi ve kimin daha iyi yalan söylediğine karar verenin medya olmaması gerektiği idi.

        Ve Alçı peş peşe başka iyi röportajlar da yaptı. Lviv Belediye Başkanı ile de konuştu, Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlandığı için Rusya’nın hedefinde olan Ukrayna Kilisesi'nin sözcüsü Başpiskopos ile görüştü.

        Neyse ki, kilise pek soğuk değildi.

        Yoksa bu kez de Alçı’yı “Rahibe” kıyafetinde görebilirdik.

        Yine de ben Nagehan Alçı’nın gazetecilik çabalarını takdirle karşılıyorum.

        Futbol ve memleket

        Futbol ve memleket
        0:00 / 0:00

        Özellikle beyler size bir şey söyleyeyim mi, memleketin hayati sorunlarına tuttuğunuz takım, tuttuğunuz takımın başkanı ya da futbolcuları kadar sahip çıkmadığınız müddetçe bu ülkenin geleceği ile ilgili tek söz etme hakkınız yok.

        Sosyal medyaya, twitter'a bakıyorum, sürekli olarak futbol takımları ile ilgili meseleler TT, yani trending topic, yani gündem.

        Eğer ortada daha seksi bir magazin konusu yok ise, bir kadın giyiminden dolayı linç edilmiyorsa, bir sanatçı iktidar yanlısı veya karşıtı söylemlerinden dolayı perişan hale sokulmuyorsa gündemin en önemli maddesi sürekli olarak bir futbol takımı.

        Aynı şeyi kendi köşemde de gözlemliyorum.

        Futbol ile ilgili bir şeyler yazdıysam, kendi takımımın veya rakip takımlardan birinin taraftarını kızdıracak bir cümle kurduysam binlerce mail, yüzlerce yorum.

        Ama memleketin en önemli meselesinden söz ettiysem, büyük bir rezaleti gündeme getirdiysem tık yok.

        Kimsenin umurunda değil.

        Ha bu ilgiye, bu adanmışlığa, bu önemsemeye değse, ortada şahane futbol oynayan takımlar, Avrupa’da, dünyada başarılı bir takımımız falan olsa gam yemeyeceğim.

        O da yok.

        Berbat, seyretmeye değmez bir futbol.

        Gırtlağa kadar borca batmış takımlar.

        Güvenilmez bir federasyon.

        Rezillikleri federasyon tarafından tescillenmiş hakemler.

        Ve naklen yayın ihalesinde de gördüğümüz gibi zor bela 140 milyon dolar değer biçilen bir lig.

        Bütün kavganız, bütün geriliminiz de bunun için. Sahip çıktığınız futbolu bu halde ise, sahip çıkmadığınız memleketin haline şükretmek lazım.

        Yanlış koltukta oturmak

        Yanlış koltukta oturmak
        0:00 / 0:00

        Kişilerle uğraşmayacağım diyorum ama kişiler de rahat durmuyor be kardeşim.

        Gel de uğraşma.

        Hazal Kaya’ya “nefret” dolu bir eleştiri yaptıktan sonra gelen eleştiriler üzerine, Ahmet Hakan Coşkun kendince yanıt vermiş ve “Tamam lafımı geri alıyorum. Hazal Kaya müthiş bir metot oyuncusudur” demiş.

        Metot oyunculuğu nedir, ne değildir biliyor mu, Stanislavsky adını duymuş bu, Lee Strasberg kimdir biliyor mu, gibi manasız sorulara girmeden eleştirilerle dalga geçen bu zata bir şey söylemek lazım.

        Bak kardeş, kimse senin Hazal Kaya’yı eleştirmene tek kelime etmiyor.

        Hatta istersen bence de çok kötü bir dizi olan Pera Palas’ı da istediğin gibi eleştirebilirsin.

        Sana yönelik eleştirilerin sebebi, “nefret”.

        Bir düğmeye basarsın ve Hazal Kaya da, Pera Palas dizisi de senin için ortadan kalkar.

        Durduk yere genç bir oyuncudan ya da onun oyunculuk yapış tarzından nefret etmek gibi manasız bir duygudan kurtulursun.

        Nefret, istememize rağmen hayatımızdan çıkaramadığımız şeyler için geliştirebileceğimiz bir duygudur.

        Mesela savaşlardan nefret edebiliriz.

        Ya da istemememize rağmen hayatımızda var olmayı sürdüren şeylerden.

        Zannederim senin nefretin de aslında kendine, geçmişine, evrildiğin veya evrilemediğin, yaşadığın ya da yaşayamadığın şeylere.

        Ama bunun öfkesini Hazal Kaya’dan ya da başkalarından çıkaramazsın.

        Bu nefretten kurtulmak için ona buna abartılı nefretler kustuğun yayın yönetmenliği koltuğuna değil,bir psikiyatrın karşısındaki koltuğa oturman gerekiyor.

        Diğer Yazılar