Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dünyaca ünlü danışmanlık firması McKinsey’in yakın zamanda yapmış olduğu bir araştırmaya göre “Eğer küresel büyüme yıllık ortalama yüzde 3.5 gibi bir oranda 2030 yılına kadar devam ederse, toplam yerkürenin GSH’sına 11 trilyon dolar daha eklenecek.” Bu iddiayı daha anlaşılır hale getirmek için birkaç hatırlatma yapayım; mevcut durumda toplam küresel GSH 80 trilyon dolar ve bahsedilen 11 trilyon dolarlık yeni ekonomik büyüklük, Çin’in GSYH’ına eşit.

        McKinsey’in gelişmekte olan ülkelerin tarihsel performansını ve neden birbirlerinden ayrıştıklarını inceleyen raporunda dikkat çeken ayrıntılar var. Gelişmekte olan ülkeler özellikle son 15 yılda müthiş iş çıkarmışlar. Yerkürenin toplam GSYH’sı 2003 yılında 40 trilyon dolar seviyesindeymiş. 15 yılda bu rakam 2 katına çıkmış. Yaratılan ekstra 40 trilyon doların üçte ikisi yani 27 trilyon doları gelişen ülkelerden gelmiş. Önümüzdeki 15 yılda da benzer bir trendin devamı bekleniyor. Ancak McKinsey’in raporu buradan sonra daha enteresan bir hal alıyor çünkü gelişen ülkelerin tamamı gözalıcı performansa ulaşamayacak.

        Bazı gelişen ülkeler diğerlerinden çok daha iyi iş çıkarmış. McKinsey, 71 gelişen ülkenin geçmiş 50 yıllık ekonomik performansını araştırmış. Bunlardan 7 tanesi 50 yıl içinde yıllık ortalama yüzde 3.5 (Ya da üstü) tutturmayı başarmışlar hem de ekonomik büyüklükleri diğerlerinden yüzde olarak çok daha büyük artmış.

        'Bu yüzde 3.5 oranı nereden çıktı?' diye düşünüyorsanız, Dünya Bankası'nın “50 yıllık dönemde düşük gelirli ülke grubundan orta /yüksek gelirli ülke grubuna çıkmak” için hesapladığı minimum yıllık büyüme oranı yüzde 3.5.

        KİM BU DİĞERLERİNDEN AYRIŞAN ÜLKELER?

        Yukarıda bahsedilen kriteri sağlayan ülkeler; Çin, Hong Kong, Endonezya, Malezya, Singapour, Güney Kore ve Tayland.

        Bu ülkelerin diğerlerinden daha iyi performans göstermesinin sebebi ne olabilir?

        McKinsey’in araştırmasına göre 3 ana sebep ortaya çıkıyor; büyüme odaklı ve sermaye birikimi amaçlayan uzun vadeli program, kamudaki verimliliğin artması ve kamuya ait dev şirketlerin varlığı.

        İlk şart için yukarıdaki 7 ülkede de mevcut olan zorunlu emeklilik sistemi örneği getirilebilir. Kamunun verimliliğine ise bürokrasinin azaldığı, yatırım kararlarının hızlı alındığı örnekleri gösterebiliriz.

        Gelişmekte olan ülkelerin birbirinden ayrışmasına sebep olan son şartta ise “kamuya ait dev şirketlerin varlığı” var. Burada kıstas 500 milyon dolar ya da daha yüksek gelire sahip olanlar. McKinsey’in araştırmasına göre gelişmekte olan ülkelerde verimliği yüksek olan bu dev şirketler o ülkelerin diğerlerinden daha iyi ekonomik performans göstermesinde çok etkili olmuşlar.

        Gelişen ülkelerdeki bu dev şirketler ülkelerindeki AR-GE faaliyetlerin artması, kalifiye eleman yetiştirilmesi gibi konularda önemli rol oynadığı gibi küresel talepte yaşana arz-talep gelişmelerine hızlı tepki verecek kıvraklığa ulaşmışlar. Böylece dev şirketlerin küresel pazarlarla olan ticari münasebeti o ülkelerin de siyasi ve ekonomik kararlarında müspet sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuş.

        Durum bu..

        Türkiye bu resmin neresinde derseniz? Aslında bizim de son 50 yıllık büyüme ortalamamızın yüzde 4.5’lerde olduğunu göreceksiniz. Dolayısıyla biz de kendimizi son 50 yılda “iyi büyüyen“ ülkeler arasında görebiliriz. Ancak yukarıda saydığım 3 unsur da 50 yıl sonunda bizde tam olarak istenilen seviyeye maalesef gelmiş değil. Dolayısıyla büyüme olmasına rağmen küresel krizlere karşı daya dayanıklı, ekonomisi daha dengeli, sermaye birikimi oluşturabilmiş ve dünya çapında yarışabilecek şirketleri olan gelişen ülke sınıfına girebilmiş değiliz. Hem de yüksek büyümeye rağmen.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar