X

Günün gelişmelerini anlık takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Takipte Kalın

ELİF KEY / HT PAZAR

*** Ahmet Şık’ın Bilgi Üniversitesi’ndeki dersleri boş geçmesin diye konuk hocalar çağrılıyor. Siz de bu isimlerden biriydiniz. Neler anlattınız derste?

Biraz Ahmet’i anlattım. Ben o fakültede yıllarca ders vermiştim. Keyifle ders verdiğimi, hangi sebeple bıraktığımı anlattım. Öğrencilerin neredeyse hepsi direkt köşe yazarı olmak istiyor. Onlara, bir günde de köşe yazarı olabileceklerini ama 30 sene sonra da olmayabileceklerini söyledim; çünkü bütün köşe yazarları gazeteci değil, bütün gazeteciler de köşe yazarı değil.

*** Gazetecilikte omurga sahibi olmaktan bahsettiğinizi biliyorum.
Biraz karakterden bahsettim ve karşılarında ben de dahil kimseyi model olarak görmemeleri gerektiğini, okudukları insanın arka planını öğrenmeye ve bilmeye çalışmaları gerektiğini, muhakeme yeteneğinin önemini anlattım. Birilerinin yazdıkları kadar neyi yazmadıklarının üzerinde durmaları gerektiğini de öyledim.
Muhtemelen çoğu gazeteci olmak istemiyordur aslında... Ben sadece merak, katma değer, emek, bu arada da boyun eğmemekten bahsettim. Omurganın sırf tavizsiz bir karakterden oluşmadığını, aynı zamanda işini de iyi yapmakla ilgili bir şey olduğunu bilmeleri lazım, çünkü “Benim karakterim çok sağlam” demekle, eğilip bükülmemekle gazeteci olunmaz.

*** Siz ülkeye bakınca ne görüyorsunuz, günde kaç kere “Yok artık” diyorsunuz?
Hafızasızlık ciddi bir sorun, sadece Türkiye’de de değil, Batı’da da bu sorun var. Bazen sokakta yürürken bile kendi kendime bunu dediğim oluyor! Garip bir paradoks var, bir yandan bilgi toplumu, bir yanda bilgiyi manalandıramama çağı; herkes her gün konuşuyor, yazıyor, herkes yazar, herkes okur, ama temelde farklılık nedir? Geçmişe dönük bilgiler ne kadar gelebiliyor? Mesela burası müfredat konuşmayan ama 10 milyon çoçuğu ilkokulda okuyan; ders kitaplarını konuşmayan, tarih diye ne öğretildiğini tekrar tekrar tartışmayan bir ülke, sadece problemlere tosladıkça feveran eden bir yer haline geldi...

“BİNLERCE MEKTUP ALIYORUM”
*** Askerin de polisin de gardiyanın da misal Ahmet Şık’ın da mektuplar gönderdiği bir köşeniz var. Asla bir içki masasına oturmayacak insanlar nasıl sizde buluşuyor?
Biliyorlar ki ben o kurumlara karşı eleştirelim. Orduyu, polisi eleştiriyorum ama bir yandan mesela cezaevindeki mahkûmlar kadar gardiyanlar da insanlıktan çıkarak, köleleştirilerek çalıştırılıyorsa onunla da ilgiliyim. Belki bir masada buluşmazlar ama bana mektup yazanlar zamanla aynı masada oturabilirler. Birçoğu benimle aynı şeyi düşünmüyor, daha sağcı daha milliyetçi ama insani açıdan birbirimizi etkiliyoruz. Ben onların baskıya maruz kaldığını öğreniyorum, onlar da bu süreçte baskıya maruz kalanların bir tek kendileri olmadığını kavrıyor. Bir astsubay arayıp da “Ben artık asker dövmüyorum” diyorsa bu benim için çok değerli bir şey, hayatta böyle iki kişiyi etkiliyorsam ne mutlu bana...

*** Poliste var mı bir iyileşme?
Polis daha iktidarın uzantısı bir yapı. Aslında onlarda bir insanlıktan çıkararak çalıştırma durumu var ama biz polisin sokak dayağını, hamileyi tekmeleyişini, kafaya vuruşunu, gazlayışını görüyoruz; askerde olan biteni görmüyoruz, duvarların arkasında o... Polis tabii şu aralar çok daha şaibelerle anılan bir kurum ama orada bile hak arayan insanlar var! Biz oturup da sadece bu insanın şiddetini konuşursak, o eksik kalır, çünkü o da insan gibi koşullarda çalıştırılmıyor. Onun da maruz kaldığı bir şiddet var...

*** İfade özgürlüğü hiçbir meslek grubunda yok sanki...
İfade özgürlüğü dendiği zaman sadece akla gazeteciler geliyor, halbuki milyonlarca insan Türkiye’de bu özgürlükten yoksun, şikâyetini dile getiremez, itaat etmelidir. O yüzden Ahmet Şık çok tipik bir örnek, sisteme başkaldırmış, polis de medyanın marifetiyle “sakıncalıdır” damgasını vurmuş. Ahmet içeri girdiğinde “Basın özgürdür” dedik ama, Ahmet özgür bir gazeteci olarak medyada iş bulamıyordu; çünkü “sakıncalıdır” raporu onu her yerde kovalıyordu.

“O DA AHMET’İN KIYAĞI OLSUN”
*** Ahmet Şık Doğan Grubu’ndan kovulmuştu. Sonrasında grubun Ahmet Şık üzerinden tiraj alma kaygısını nasıl yorumluyorsunuz?
O da Ahmet’in onlara bir kıyağı olsun! Tabii ki şu olabilir; insanlar değişebilir, utanır sıkılır, kötü bir şey yapmışsa daha sonra bunu düzelttiyse, yaptığı o iyi şeyi de görmemiz lazım. Ama oradaki ayıp şuydu: Bir harddiski polisin genel yayın yönetmeninin odasında imha etmesine izin verirseniz, artık sizin basın özgürlüğü üzerine söyleyebileceğiniz söz çok sınırlıdır. Atın pencereden aşağı, dışarıda ne yaparlarsa yapsınlar!

*** Gazeteci yürüyüşlerinin bir etkisi olur mu özgürlükler üzerinde?
“60 gazeteci içeride” diyoruz ya, o pankartı tutan duayen ağabeylerimiz zamanında o 60 gazetecinin önemli bir bölümünün terör örgütü üyesi olduğunu söylüyordu. Şimdi Başbakan da aynı şeyi söylüyor, bu iki dilin arasında bir fark yok ki! Şimdi “60 gazeteci” diyoruz ama onların 50’si kimsenin umurunda değil. Çünkü onlar büyük medyada değil, onların kökenleri Kürt; onlar mahkûm bile olmasalar kafadan teröristlermiş gibi davranıyoruz.

*** Gazetecilerin siyasete girme hevesini nasıl yorumluyorsunuz?
Nasıl itiraz edebilirim, elbette aday olabilirler. Ama bu bir hizmetin ödülüyse ya da bedeliyse bu can sıkıcı; çünkü o zaman gazetecilik hizmet etmenin en kolay mecralarından biri. Siz partiye her gün su taşısanız bu görülmez ama iki yazı yazsanız bu iktidarı da muhalefeti de etkileyebilir. İşte bu yazılar taltif bedeli oluyorsa bence geçmiş gazeteciliklerini de biraz kuşkuda bırakır. Politik bir insan olmadan gazeteci olamazsınız, bu heves mümkün ama özgür bağımsız bir birey ve gazeteciyken gidip 300 kişilik bir grubun parmak çocuğu olacaksanız bu geriye gitmektir! Hayırlı olsun.

"HAYATIN BİR BÖLÜMÜYLE HESAPLAŞMAK OLMAZ"
*** Kırgın olduğunuz Hasan Cemal de geçenlerde, “Aydın olmak için kendinize ihanet etmek zorundasınız” diye biten bir yazı kaleme almış. Katılıyor musunuz?
Kendine ihaneti herhalde ben öyle kullanmazdım. İhanet, kendinle yüzleşmekten farklı bir şey. Aydınla ihanetin yan yana gelmesi de gerekmiyor. Ama aydın olan aynı yerde otlar, aynı yerde çakılı kalır, buna ben de inanmam. Benim kabul edemediğim şu; hayatınızın bir bölümüyle hesaplaşıyorsanız bu bana içten gelmez. Siz aydın olarak solcu geçmişinizle, cuntacı geçmişinizle hesaplaşıp buna karşılık büyük bir medyada ortak olduğunuz başka şeylerle hesaplaşmamışsanız, “Basın özgürlüğü” diye bağırırken kendi yazılarınız sansürlendiğinde gıkınız çıkmamışsa ve bize bir şey söylememişseniz onu ayrı samimiyetsizlik olarak görüyorum. Yoksa insan, hayat değişebilir; herkesin bir hikâyesi var, kimseninkine kafadan saygısızlık edemem.

"HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONUNUN HESABINI HALA SORUYORUM"
*** Ertuğrul Özkök’e çok ağır bir yazı yazdınız. Özkök’le meseleniz nedir?
O artık sadece yazı yazdığı için eskisi kadar bir meselem yok. Bir yazarla çok meselem olmaz. Ben onun yazdığına bir cevap verdim, meşru müdafaa yazısıydı benimki, cevabım sert olmuş olabilir. Ama tabii o genel yayın yönetmeniyken Türkiye’nin bir büyük gazetesindeki haberlere hükmediyordu, kaldı ki ben genel yayın yönetmenlerinin köşe yazısı yazmasına da karşıyım, çünkü yazdığı yazılar gazetenin üzerinde bir şemsiye oluşturuyordu. Şimdi yazdığı her yazıyı böyle düşünmem. Ama “Hayata Dönüş Operasyonu”nun hesabını sormaya devam ederim. Çünkü hâlâ “Biz yanılmıştık, yanlış yaptık, kahroluyoruz” diye bir açıklama gelmedi, orada 30 kişinin hayatının katledilmesine eşlik edildi.

*** Vicdanlar geç de olsa gazete köşelerinden temizlenir mi?
Hayır temizlenmez ama geç de olsa kayıt düşülebilir. Willie Brandt gidip diz çöküp özür dilediğinde öldürülen Yahudilerden kimse geri gelmedi ama bu bir şeydir. Şahsen bu tür sorunlara sebep olmuş insanların hesaplaşması lazım. Bu sokakta yanlışlıkla birine çarptıktan sonra özür dilenip geçilecek bir durum değil, özür dilerlerse bu belki bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair umut verir.

"DOĞAN GRUBU İKTİDARLA ANLAŞTIYSA SATIŞ OLMAZ"
*** Seçimlerden sonra tasfiye süreci olacak mı?
Yine olabilir. Burada ilginç olan şu, Doğan Grubu seçim öncesi belli ki satış yapmayacak belki de hiç yapmayacak, bu zaten talihsiz ve çirkin bir durum. Vergi kaçırılmışsa tamam cezasını ödesin ama baskıyla gazete sattırmak pek hoş bir şey değil, satmıyorlarsa da demek ki iktidarla mutabakat kurdular. Bu mutabakat birkaç tasfiye getirir. Seçimden sonra yine tek parti güçlüyse tek partiliğin dayatmaları da daha güçlü olur. Burada anladığım, müşteriyi hem hükümetin hem satacak grubun beğenmesi gerekiyor. Daha önce yabancılar tercih ediliyordu, şimdi o paradigma değişti, iktidarın ağırlığı karşısında bağımsız kalacak bir yabancıdan çekiniliyor belli ki!