Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Başbakan “taş atan” milletvekilini azarlarken, onun hava sahasını, kıta sahanlığını da elinde tutan Cumhurbaşkanı “bomba atan” ABD’nin hizasına geldi.

        Bir süre önce, “Ey İşid, Müslümansan böyle şeyler yapma lütfen” dediğimiz örgüte karşı, ABD komutasındaki “Müslüman ordular” arasına katılacakmışız!

        Haberlere bakarsan, Cumhurbaşkanı ne derse, ABD kabul etmiş!

        Hava durumuna bakarsan, ABD ne demişse, o!

        ***

        Yalçın Akdoğan bunu “seçmen sayısı”yla demokratik biçimde izah edebilir.

        AKP’nin “istemediklerimiz kazanırsa, seçim gayri meşrudur” buyurduğu HSYK seçimleri için Akdoğan da literatüre geçen bir demokratik hesap yapmıştı:

        “Kaderimizi 12 bin kişi değil, 55 milyonun seçimi belirler.”

        Yani HSYK seçimlerindeki seçmen ve oy sayısını değil, esas seçimlerdekini işaret ediyor.

        O işaret de karışık.

        Bir kere, HSYK’da bu düzeni kuran AKP.

        Referandumdaki oylar sayesinde.

        55 milyon ise AKP’nin oyu değil; seçmen sayısı.

        Yerel seçimde 20.5, genel seçimde 21.4 milyon iktidar seçmeni olmuş; Cumhurbaşkanlığında da o kadar.

        Bu elbette irade, ama HSYK için oy kullanmamışlar.

        Ayrıca, yarı yarıya durumunda bile, bir o kadar oy da AKP’nin karşısında filan!

        Fakat HSYK’yı bırakıp ABDYK’ya gelirsek…

        Akdoğan’ın “daha çok seçmen kimdeyse, kaderi o belirler” kuralı bu işte tutuyor.

        Şöyle ki, senin 55 milyon seçmenin olsa bile, ABD’de 220-240 milyon seçmen var. Düşük katılımla bile oy kullananlar 130 milyon.

        Dolayısıyla, o hesaba göre doğrudur ve meşrudur; senin kaderini de onlar belirliyor!

        Senden önce senin savaşını ilan ediyor…

        Senden önce seni konuşlandırıyor…

        Senin topraklarında 90 atom bombası besliyor…

        Kore’ye de sürüklüyor, Afganistan’a da.

        Ve sen de buna bağımsızlık, büyük devletlik, kendi kaderini tayin filan diyorsun.

        De!

        ***

        Kendi barışını kuramadan, koruyamadan; sınır ötesi savaşa, hem de ikirciklerle, tereddütlerle, iki yüzlülüklerle koşmanın da alemi yok aslında.

        Işid semirene, kendi vatandaşların o orduya katılana, “Sünni blok” diye yanıp tutuşana, “barış süreci” ile umut verdiğin Kürt vatandaşlarının kardeşleri vurulana, Türkmenler sürülene, Ezidiler katledilene, Musul gidene kadar bir şey yapaydın…

        Hiç olmazsa TIR’lara trafiğe çıkış izni vermeyeydin!

        Şimdi onurunu, gururunu yine ABD askısına asmış…

        Seni Suriye’ye karşı lejyonere çevirmiş Suudi dürtmesinde yine sürüklenmiş, 250 bin öz nüfuslu Katar’ın oyunlarında savrulmuş olarak yuvarlanıyorsun, Bir Başkadır Benim Memleketim!

        ***

        Bölgede parlayan bir barış umudu olmak yerine…

        Sinsi bir savaş kurdu olmak varmış “kader”de!

        Bunlar da iş kazası, ölüm kasası!

        “Barış süreci”nde polis noktasına roket atıldı. Orada ölü, yaralı olmadı ama bölgeye yollanan zırhlı polis aracı kaza yaptı, 3 polis (daha) can verdi.

        Kimileri “terör saldırısında 3 şehit” diye başlıklar atarak, eski kanlı günleri andı!

        Fakat kimsenin, “barışta bile bu ne” diye pek merakı yok.

        Kobralar, Akrepler, Kirpiler sapır sapır dökülüyor.

        18 Eylül’de bir zırhlı daha devrilmiş, yaralılar olmuştu. 5 Eylül’de bir Kobra kazasında biri ağır, 7 uzman çavuş yaralandı. Bana söylenen, 9 kişi yerine 12 askerin oraya tıkıştırıldığı idi.

        5 Mayıs’ta Hakkari’de zırhlı kazasında üç asker can verdi. 6 aylık Ayşe’nin önüne kondu uzman çavuş babası Soner’in tabutu.

        4 Şubat’ta yine zırhlı araçta bir polis öldü.

        Notlarımda, 2011 Kızıltepe zırhlı kazasında 4 polis olmak üzere, 2012’ye kadar öyle öyle 9 polisin “zırhlı kaza”da can verdiği var.

        “İş kasası” asansördeki “iş kazası”nda can verenlere nasıl “şehit” denmişse, bu “zırhlı şehitleri”ne de esasen “iş kazası kurbanı” ücretliler demek lazım.

        O zaman onların soyut bir kazaya değil; bir işyerinde, bir iş aracında, iş sırasında, somut patronların, müdürlerin, komutanların emrinde bir ölüme kurban gittikleri anlaşılır.

        O zaman, Dolmabahçe zirvesinden Fenerbahçe Orduevi’ne tayin olan büyük paşaların zırhlıları gıcır gıcırken, sıvasız hane çocuklarının doldurulduğu o zırhlıların yaşına, bakımsızlığına, tıkışmışlığına, lastiklerine bakılır.

        O zaman, “kaza, şehit” denip kaçılmaz… Bir hesap verilir!

        O zaman, 6 aylık minik Ayşeler’in kocaman kederi kader olmaktan çıkabilir!

        Not: Müsaadenizle yazılara bir, iki gün ara… İyilik dileklerimle.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar