Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        CUMHURBAŞKANI Tayyip Erdoğan gönlündeki makama, gücünün ve kendi kitlesinin indinde zirvedeyken geldi. Ne var ki erişmek istediği hedefe ulaştığında bunu dünya ölçeğinde birlikte kutlayacağı kayda değer ülke veya siyasi lider sayısı da hayli kısıtlıydı. İçerideki gücünü inşa ederken başta Batı dünyası, kayda değer ülkelerden bir hayli destek almış ve teveccüh görmüş bir lider açısından ironik bir sonuçtu yaşanan.

        Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk iktidar yıllarında yeni bir Türkiye’nin şekillendiğine dair öykü dünyada çok ve olumlu yankı bulmuştu. Bugünlerde bu öykünün benzer şekilde pazarlanması hayli zor.

        11 Eylül saldırılarının akabinde Türkiye’deki ekonomik ve siyasal yeniden yapılanma dünyada göz kamaştıran bir gelişme olarak izlenmişti. Üstelik bu dönüşümün İslamcı gelenekten çıkan bir parti aracılığıyla gerçekleştirilmesi öykünün cazibesini de artırıyordu. Dünyanın Türkiye’ye ve özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi’ne bakışını olumlu bir çerçeveye oturtan üç unsur vardı.

        Bunlardan ilki giderek dünyada daha fazla antipati yaratan askeri vesayet rejiminin sona erdirilmesiydi. Dünyanın demokratikleşme patlaması yaşadığı düşünülen bir döneminde böylesi bir vesayetin kabul edilmesi söz konusu değildi. Hatta, yabancı gözlemciler iyimserliklerinde biraz ihtiyatlı davranmalarını önerenleri, hayli şarkiyatçı bir yaklaşımla iflah olmamış “askerci Kemalist” diye yaftalarlardı. O dönemde yabancı medyada en heyecanlı, en destekleyici tavırları alanların dillerinin bugün hayli çatallı olması biraz da kendilerini aldatılmış hissetmelerinin verdiği hınç yüzündendir sanıyorum.

        AKP Türkiye’sini dünyada heyecan verici ve muteber ülke konumuna getiren ikinci unsur dış politikadaki yaratıcı enerjisiydi. Her ne kadar 2002 yılından sonra izlenen politikaların temelleri biraz Özal döneminde biraz da rahmetli İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığı sırasında atılmış olsa da, bu yaratıcı enerjiyi beğenmemek mümkün değildi.

        O alanda da geçmiş dönemle ilgili gerçeklere dayalı ama gerçeğin tümünü yansıtmaktan uzak öykünün alıcısı içeride ve dışarıda çoktu. Gerçekten de AB sürecinin itmesiyle Türkiye’deki militarist oligarşinin en güçlü tutunma noktası olan Kıbrıs’ta cesur adımlar atılmış, dış politikaya şevk gelmişti. 1 Mart’ta Meclis ABD’ye ayar vermiş, fatura Silahlı Kuvvetler’e çıkarılmış, hükümet muteber konumunu muhafaza etmişti.

        Günümüzün Başbakan’ı Ahmet Davutoğlu’nun dış politikaya yönelik yaklaşımı, cazip kavramları içeride büyük bir dalgalanma yaratmıştı. Türkiye dış politikası açılıyor, “yumuşak güç” gösterileri yapıyor, dünya Türkiye’nin inisiyatiflerini ilgiyle izliyordu. Ülkenin tarihi ve coğrafyası, stratejisinin önemli yapıcı unsurları haline geliyordu. Bu politika Arap isyanlarının ardından, ideolojik boyutun ön plana çıkması nedeniyle fena halde rulman dağıttı. Halbuki ilk dönemlerde asli motoru ekonomik çıkarları kollayan rotasıydı.

        AKP Türkiye’sinin itibarının üçüncü dayanağı ekonomik performansıydı. Yalnızca hızlı büyüme oranları değil, bu büyümenin itici gücü olarak öne çıkarılan sınıflar da cazibe odağıydı. Efsaneleştirilen ekonomik öyküde, piyasa sayesinde serpilen, eski sermaye gibi devlete sırtını yaslamayan küçük ve orta büyüklükte işletmeler dinamo vazifesi görüyorlardı. İhracatı onlar patlatıyor, dinamizmleriyle Afrika, Ortadoğu pazarlarına giriyorlar, Avrupa piyasalarına olan bağımlılığı azaltıyorlardı. Efsaneye göre piyasa öne çıkmış, devlet ekonomide geriye çekilmişti.

        İngilizce yayınlanan “Türkiye’de Yeni Kapitalizm” (New Capitalism in Turkey) başlıklı kitaplarında Profesör Ayşe Buğra ve Dr. Osman Savaşkan bu efsaneyi titiz bir çalışma sonucu çürütüyorlar. AKP döneminin siyasi iktisadının röntgenini çıkarıyorlar. Dinin ve dinsel örgütlenmelerin yeni yapılanmadaki rolü ve devletin ekonomideki ağırlığının arttığı tespiti, Yeni Cumhuriyet’in mücadele alanını da tanımlıyor.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar