Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUGÜN Kıbrıs’ta Yunan cuntası tarafından tezgâhlanan darbenin ardından gelen Türkiye’nin askeri müdahalesinin 40. yılı. Türk dış politikasının hiç de iddia edildiği kadar pasif ve kişiliksiz olmadığını gösteren iyi bir örnektir. Kıbrıs Cumhuriyeti 16 Ağustos 1960 tarihinde Londra ve Zürih anlaşmaları çerçevesinde bağımsız bir devlet olarak kurulduğunda aslen ölü doğmuştu. Yunanistan ve Kıbrıs Helenlerinin kahir ekseriyeti Enosis’ten yani birleşmeden yanaydı. Yüzde 18 nüfusa sahip Kıbrıs Türklerinin kazandığı siyasal haklardan, eşit ortaklıktan pek de hoşnut değillerdi. Türkiye açısından da aslında Kıbrıs’ta bağımsızlık gündeme geldiğinden beri tercih edilen çözüm hep ‘taksim’di. Ne var ki iki taraf da kendilerine dayatılan bu formüle razı olmak durumundaydılar.

        Nitekim ölü, hadi daha iyimser olacaksak, komalık durumda doğan devlet daha henüz üç yaşındayken, çatışmalar ve kıyımlar sonucunda fiilen sona erdi. Kıbrıs Türklerinin güvenliği ciddi şekilde tehdit altına girdi. Silahlı Kuvvetler 1964’te Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlayacak donanıma sahip değildi. ABD Başkanı Johnson’un, dönemin Başbakanı İnönü tarafından neredeyse davet edilen meşhur mektubu herhangi bir askeri müdahaleye Washington’un sıcak bakmayacağını kayda geçirdi. Silahlı Kuvvetler o tarihten itibaren bir çıkarma harekâtını becerebilecek şekilde kendisini örgütlemeye, gerekli araçları edinmeye başladı.

        1967 krizinde Türkiye gene hazır değildi. 1964’teki vahim bir diplomatik hata nedeniyle Kıbrıs hükümetinin içinde Türk üyeler olmadan meşru sayılmasına izin verildiği için uluslararası alanda da sıkıntı çekiyordu. 1974’te feci durumdaki Yunan cuntası, Kıbrıs Cumhurıyeti’nin kurulmasıyla hakkındaki idam cezasından kurtulan Nikos Sampson’un darbesini destekledi. Sampson kendi terör eylemlerini haberleştirerek şöhret kazanmış bir gazeteci ve Kıbrıs Rumlarının vurucu gücü, tedhişçi EOKA-B’nin üyesiydi.

        Darbe; Enosis’ten artık vazgeçmiş Cumhurbaşkanı ve Başpiskopos Makarios’u devirdi; Türkiye’nin çiçeği burnunda Başbakanı Bülent Ecevit’in 12 Mart askeri yönetiminin Amerikan baskısıyla ülkeye dayattığı afyon ekimi yasağının kaldırıldığını ilan ettiği gün gerçekleşti. Yani o dönemlerin beğenilmeyen, Amerikancı bulunan Demirel hükümetini dize getiremeyen Başkan Nixon’un baskıları ancak askeri rejimde sonuç verebilmişti. Soğuk savaş döneminde sivillerin yönettiği Türk dış politikasının pekala da şahsiyetli kararlar alabildiğinin güzel bir örneğiydi.

        Ecevit hükümetinin Britanya’yı müdahaleye ikna çabaları nafile çıkınca da harekât başlatılmış, açıkçası dünya kamuoyunun da desteğini almıştı. Kıbrıs harekâtının Türkiye için bir diplomatik prangaya dönüşmesi ikinci harekâttan sonradır. Burada asıl önemli olan Soğuk Savaş’ın yumuşama dönemindeki bir fırsatı değerlendiren hükümetin ulusal çıkarlar açısından gerekli gördüğü bir hamleyi ABD’ye rağmen değilse de tam anlamıyla ABD desteği de olmadan gerçekleştirmesidir.

        Bülent Ecevit, hırsına yenilip hükümet krizi yaratmasa ve seçime ancak Kıbrıs’ı diplomatik çözüme bağladıktan sonra gitse Türkiye siyaseti ve demokrasi tarihi herhalde farklı gelişirdi. En azından Kıbrıs ve oradaki “derin devlet” operasyonlarının, her türlü kirli işin Türkiye siyaseti üzerinde yarattığı çürütme ve ağır tahribat önlenirdi. Silahlı Kuvvetler’in dış politika üzerinde ipotek kurması engellenirdi. Sonuçta o hata Türkiye’ye uzun zaman ağır bir diplomatik maliyet yükledi. Ülke hem bu maliyeti hem de Kıbrıs’ın iç politikada yarattığı otoriter/dünyaya düşman zihniyetin tahribatını taşıdı. Türkiye’nin önünü tıkayan şahinler hep Kıbrıs davasına yaslandılar. Kimse de bu hatanın ve Kıbrıs’ta izlenen uzlaşmazlık politikasının yarattığı diplomatik sıkışıklığı ve manevra alanı darlığını “değerli yalnızlık” türünden zibidiliklerle pazarlamaya kalkmadı. Farklı bir dönemdi ne de olsa.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar