Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün Hollanda’da sadece bu ülke açısından değil AB’nin geleceği açısından da kritik bir seçim yapıldı. Seçim kampanyasına damgasını vuran kişi, anne tarafından yarı Endonezyalı, eski punk’çı, korumasız dolaşamayan, dostu olmayan, 2009 yılında Türkiye’ye gelmesi engellenmiş Geert Wilders idi. Wilders Hollanda’daki tüm camileri kapatıp Hitler’in Kavgam kitabıyla karşılaştırarak Kuran-ı Kerim’in toplatılmasını isteyen; genelde göçmen, özelde Müslüman düşmanı bir siyasetçi. Daha doğrusu nefret üreticisi.

        Ama canlı yayında “Camileri kapatmaya çalışıp Kuran’ı yasaklayacak biriyle benim işim olmaz” diyen Başbakan Rutte’yi yenmeyi başaramadı. Yani Hollanda geneli itibarıyla ırkçılığa prim vermeyen bir seçim yaptı. Kimbilir belki Türkiye ile yaşanan gerginlik Rutte’nin oylarında bir toparlanmaya bile yol açmıştır. Daha derin analiz yapmak için sonuçların kesinleşmesini beklemek gerekir.

        Türkiye ile Hollanda arasındaki gerilimin arka planında, seçim kampanyasında Hollanda’daki kıran kırana mücadele var. Başbakan Yıldırım’ın söylediği gibi Türkiye’den ziyaretçi istememelerinin bir sebebi de seçimler olabilir. Ancak ziyaret nedeniyle Hollanda’da yaşananlar çok kötüydü ve durumun düzeltilmesi de herhalde uzun sürecektir.

        Tabii Türkiye’nin şartları zorlaması ve olaylardan sonra takınılan çok sert tutumun da bir arka planı bulunuyor. Yaşanan olumsuzluklar ve Türk bakan ve diplomatlara yönelik kabalık ve şiddet kadar; 5 hafta sonra ülkenin sistem değişikliğini oylayacağı referandumun hızla yaklaşması ve sonucun tam kestirilememesi de gerilimi artırıyor. Yalnız Hollanda değil, Türkiye içindeki kutuplaşma da milliyetçi duyguları kabartacak gerilimlere talep üretiyor.

        YÖNSÜZLÜK MESELESİ

        Ne var ki bu olayların görüntülerinden, bunlara verilen tepkilerden öte, daha temel, herkesin hayatını ve geleceğini birinci derecede ilgilendiren bir başka meseleye de bakmak gerekiyor.

        Arap isyanlarının akabinde, Türkiye’nin dış politikası hızla ideolojik takıntıların, yanlış hesapların girdabına kapılarak rotasını şaşırdı. AB’nin eski cazibesini kaybettiği, Batı dünyasının hem ekonomik hem de siyasal bir kriz içinde olduğu, yükselen güçlerin sesinin daha gür çıktığı, Rusya’nın temeldeki zayıflıklarına rağmen meydana çıktığı bir dünya şekillenmişti. Türkiye burada kendisine bir yer aradı. Ararken, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin dış politika disiplini ve yaklaşımındansa maceracılığı seçti.

        Beşar Esad’ın devrilmesi uğruna sınırları kevgire çeviren, Türkiye’yi dış politikasının fıtratında yer almayan mezhepçilik belasının etkilerine açık hale getiren bu tutum, sonunda ülkenin elini zayıflattı. Ardından PYD’ye aşırı odaklanılarak dosta düşmana Türkiye’nin yumuşak karnı da gösterildi. Bu konu üzerinden de ABD ile hatta giderek Rusya ile ters düşüldü.

        Bugünkü tabloda asıl sıkıntı, Türkiye’ye yeni bir yön verme imkânı bulunamamasıdır. Özerk bir hareket alanı istenmektedir ama bunu gerçekleştirecek kadar güç yoktur. İç politikaya fena halde ipotek edilmiş dış politika, üslubun bozulmasına ve giderek tüm müttefiklerle ilişkilerin sarsılmasına yol açıyor. Türkiye her şeyden önce yeniden diplomatik dil kullanmayı hatırlamak zorundadır.

        Washington Türkiye’nin ne ölçüde NATO ortağı olduğunu sorgularken, AB üyelik süreci de zaten cenaze namazının kılınmasını bekliyor. İktidarın gitmeyi tercih edebileceği yerlerde de Türkiye’nin âli çıkarlarına hizmet edecek bir güç kaynağı, stratejik enerji yok. Rusya ise eşit bir ortaklık kurma peşinde değil.

        Şimdilik görülen, AB’nin Türkiye ile ipleri koparan taraf olmak istemediği ancak tavrını da sertleştireceğidir. Türkiye ipleri koparmak istiyorsa bunun da getirisinin götürüsünün epeyce tartışılması ve enine boyuna düşünülmesi şarttır.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar