Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün Missouri Eyaleti’nin Ferguson kentinde ABD’nin 1960’lı yıllarını, 1990’ların başındaki Los Angeles isyanlarını anımsatan sahneler yaşandı. Ön jüri, Michael Brown adlı genç, siyahi bir Amerikalıyı 6 kurşun sıkarak öldüren beyaz polis memuru Darren Wilson’un yargılanmasına gerek olmadığına karar verdi. Kıyamet de koptu. Nüfusunun çoğunluğu siyahi, polis kadrolarının çoğunluğu beyaz olan kentte olaylar tıpkı geçmişte olduğu gibi kolay yatışmayacak gibi. Ve buram buram ırkçılık veya en azından önyargı kokan bu dava sırasında ABD Başkanı, Kenyalı bir babayla Kansaslı beyaz bir annenin oğlu olan Barack Obama.

        Obama kararın hemen ardından yaptığı açıklamada “Bir hukuk devletinde, verilen yargı kararına sevsek de sevmesek de uymamız gerekir” diyerek vatandaşları sakin olmaya davet etti. Daha o gün siyahilerin haklarını savunmak için ülkenin ırkçı Güney eyaletlerinden Mississipi’ye giden ve orada öldürülen 3 beyaza başkanlık şeref madalyası vermiş bir başkan için son derece sıradan, toplumdaki öfkeyi ve bıkkınlığı derinleştirecek bir tavırdı aldığı.

        Üstelik Obama aynı gün, yakın dostu olduğu için savunma bakanlığına atadığı Chuck Hagel’in de istifasını kabul etmişti. Daha doğrusu Hagel’i istifaya zorlamıştı. Hagel uygun bir kurbandı. Zira Obama yönetiminin karmakarışık dış ve güvenlik politikalarından asıl sorumlu olanlardan, yani Beyaz Saray’daki Obama’nın yakın dostlarından oluşan cuntadan kimse gönderilemezdi. Hagel zaten Pentagon’da otoritesini tesis edememiş, fikirlerinin uygulamaya konulmasını sağlayamamış, kendi yetki alanındaki konularda da ağırlığını koyamamıştı. Hatta giderek Genelkurmay Başkanı Dempsey’in de gölgesinde kalıyordu.

        Hagel’in asıl günahıysa giderek şahinleşen bir yönetimde hâlâ daha makul, savaşı dışlayan politikaları savunmasıydı. Yönetim giderek Amerikan derin devletine daha fazla paye veriyor. Senato komisyonlarını bile dinleyen istihbarat kuruluşu NSA’yı bile dizginlemiyordu. Obama iktidara ilk geldiğinde selefi Bush’un savunma bakanı Robert Gates ile çalışmıştı. Beyaz Saray’daki “Obama dostları cuntası”nı çoluk çocuk diye niteleyen Gates gittikten sonra gene deneyimli eski CIA Başkanı Leon Panetta’yı göreve getirmişti. Panetta da görevden ayrıldıktan sonra yazdığı kitapta Obama’nın ulusal güvenlik ekibinin hafif sıklet kaldığına değinerek ağır sayılacak eleştirilerde bulunmuştu.

        Obama kendisini temelde, ABD’nin ekonomisini ve iç düzenini yeniden kurgulayacak bir başkan olarak konumlamıştı. Dış politikada yerleşik seçkinlerden farklı düşüncelere sahipse de bu alanın önde gelen kişileriyle yakınlığı yoktu. Zaten kısıtlı kaynak ve imkânları da dış politika konularıyla boğuşarak harcamak istemiyordu. 2008 önseçimlerindeki rakibesi Hillary Clinton’u dışişleri bakanı yaparak öncelikle muhtemel bir siyasal hasımdan kurtulmuştu. Clinton da kendisine sadakatle hizmet edince o alanda büyük sorun yaşamadı. Gates-Clinton ikilisi de kabine içinde işbirliği yaparak Beyaz Saray’daki ekibin durumu tümüyle kontrol etmesini engelleyebildiler.

        Hagel atandığında Senato’da ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştı. Ilımlı bir Cumhuriyetçi senatör olarak şahin Cumhuriyetçilerin ağır ithamlarına ve iftiralarına maruz kaldı. Sesini Obama’ya duyuramadı. Güçlü bir savunma bakanı portresi çizemedi.

        Ne var ki sorunun kökü Hagel’in kişiliğinde ya da beceri eksikliğinde değildi. Beyaz Saray’da merkezileşen ulusal güvenlik karar alma mekanizması bakanlara pek manevra alanı bırakmıyordu. İnisiyatiflerini, Kerry’nin İsrail-Filistin barışı çabalarında olduğu gibi, desteklemiyordu.

        İşin özü Obama dış politikasının izleyenlerin başını döndürecek tutarsızlıklarla dolu olmasıydı. Yönetimin çeşitli politikalarını birleştiren merceğin ne olduğu belli değildi. Hagel’den sonra gelecek savunma bakanı döneminde bu durumun değişmesi de pek beklenmemeli.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar