Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “O Kucaklaşmanın Görüntüsü Bile Türkiye’yi Kurtarmaya Yeter” başlıklı yazımı 5 Şubat’ta bu köşede yazmışım. Kastettiğim kucaklaşma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın himayesinde Külliye’de Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Ahmet Davutoğlu’nun hep birlikte verecekleri “Beraberiz” görüntüsüydü.

        Böylesine bir kucaklaşmaya ve birliktelik görüntüsüne Türkiye’nin ihtiyacı vardı. Ve çok şükür, bu kucaklaşmanın ilk adımı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile 11. Cumhurbaşkanı Gül arasında gerçekleşti.

        İlk yazımda da “Star Gazetesi başyazarı Ahmet Taşgetiren’in yaptığı çağrıya katılıyorum ve böyle bir görüntü için gerekirse onunla kol kola girip çağrımı sürdürmeye kararlıyım” demiştim.

        Bu tür birliktelikleri, kucaklaşmaları görme arzusunun toplumun sadece bir kesiminden değil, farklı çevrelerden de geldiğini liderlerimizin görmeleri için kol kola girebilmemiz gerekiyordu.

        Bu konuda ilk “Oh be”yi çeken de Ahmet Taşgetiren oldu, ben yine ona katılarak bir “Ohhh be” diyorum.

        Biz gazetecilerde bir mesleki deformasyon vardır; bir yazı ilk olarak başkaları tarafından yazıldıysa ne kadar güzel olursa olsun “Ben de katılıyorum” demekten çekiniriz.

        Ben hayatım boyunca başka yazar ve gazeteciler iyi iş yaptıklarında onları takip etmekten hiç çekinmedim. Hele bugünkü koşullarda bundan hiç çekinmem. Çünkü olağanüstü koşullarla karşı karşıyayız; Türkiye’mizin birlik ve beraberliklere, ortak akıllara ihtiyacı var.

        Bu yüzden çok saygı duyduğumu her defasında ifade ettiğim Ahmet Taşgetiren’in “Oh be”sine bu defa da yürekten katıldığımı söylemek istiyorum.

        Açıkça söyleyeyim; Türkiye’nin, iktidarının ilk yıllarındaki dinamizmine, reformcu ruhuna sahip olan bir AK Parti iktidarına çok ihtiyacı var. O dönemin lideri Erdoğan’ın, bugün AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere tüm yol arkadaşlarıyla birlik-beraberlik görüntüsünü sıkça vermesi, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu badirelerden çıkacağının en büyük güvencesidir.

        Ben şahsen içimdeki tüm önyargılardan, takıntılarımdan tamamen arındım ve Türkiye’miz için en iyisi olabilecek neyse ona tüm yüreğimle destek verme niyetimdeyim.

        Bu kucaklaşmadan sonra zaten zorlukları yeneceğine inandığım Türkiye’nin işi daha da sıkı tutacağını ve mutlaka başaracağını düşünüyorum.

        RİOKARNAVALI BİR ZİYAFET

        Son yıllarda okuduğum en muhteşem haber açılış cümlesini, perşembe günkü New York Times’ın birinci sayfasındaki “Zika salgını” haberinde gördüm. Şöyle başlıyordu haber: “Sivrisineklerin gözünden bakarsak, şu anda sürmekte olan Rio Karnavalı olağanüstü bir ziyafet şansıdır.

        Biliyorsunuz, tüm dünyayı korkutan Zika salgınının sivrisinekler tarafından yayıldığı şüphesi büyük. Bu yüzden özellikle Latin Amerika’da, “Sokağa çıkarken üzeriniz tamamen kapalı olsun, ayrıca sivrisinek kovucu solüsyon kullanın” uyarısı yapılıyor.

        Rio Karnavalı, kitlelerin hayat zorluklarını unutmak için sokağa dökülüp kan ter içinde kalıncaya kadar dans edip eğlendikleri festivaldir. Katılanlar örtünmedikleri gibi çoğu zaman da neredeyse çırılçıplaklar. Üstelik havalar sıcak ve genelde bira içiliyor. Çılgınlar gibi de dans edildiğinden vücutlar terli tabii ki.

        Anlayacağınız, gerçekten de sivrisinek olsanız size sunulan bu ziyafetten başkasını tercih etmeniz mümkün değil. Karnavala aktif katılanların çoğu fakir olduklarından sivrisinek kovucu spreylerden kullanmıyorlar. İşte böyle bir ortam, Zika salgını açısından tam bir Armageddon durumu olarak tanımlanıyor bilim insanları tarafından.

        Tabii bu rahatlama festivaline ihtiyacı olan kitleler, yaptıklarının ne kadar büyük bir felakete neden olabileceğini de umursamıyorlar. “Sivrisinekler dışında seks yoluyla da geçebilir” denildi Zika için. Eh Rio Karnavalı da bu konuda çok uygun bir ortam.

        Dünyanın çeşitli salgın önleme merkezlerinde, “Rio Karnavalı sonrasında ne yapacağız?” diye düşünülmeye başlandı bile.

        EİNSTEİN’A SAYGI DURUŞU

        Genel teorisi içinde küçük bir yer tutan hipotezi ancak yeni ispat edilebildi. Aradan geçen onca zamandaki teknolojik gelişmeye bakarsanız, Einstein’ın o günkü şartlar ve imkânlar altında bunu düşünebilmesi gerçekten çok çarpıcı. Onun dehası sadece IQ düzeyiyle ölçülebilecek bir şey değil. O çok daha farklıydı. Bu arada dâhinin gözleri New York’ta bir kasada saklanıyormuş. Adresi öğrenebilirsem bugün o binanın önünde bir dakikalık saygı duruşunda bulunacağım. Dışarıda hava soğukluğu rüzgârda eksi 20’ye yaklaşmasına rağmen yapacağım bunu.

        GRAMMY TUTUCULUĞU

        Tutuculuk kavramı ile Grammy ödüllerinin bir arada kullanılabileceğini doğrusu hiç düşünmezdim. Ama uzman müzik yazarlarının dediğine göre, Grammy ödüllerini yöneten ve jürilerini oluşturan “National Academy of Recording Arts and Sciences” üyelerinin çoğu, yenilik içeren denemelere karşı olan, geleneksel zevklere sahip tutucu yapıdaki insanlarmış. Ve çoğu da caz tutkunuymuş.

        Yani bizler Grammy ödüllerini, “yeni trendler hakkında işaret alalım, müzik âleminde gelecek nasıl olacak görelim” diyerek izlerken oylarıyla sıralamayı belirleyen jüri, bununla uzaktan yakından ilgili değilmiş. Bu tavrın en belirgin olarak 2011 Grammy Ödül Töreni’nde ortaya çıktığı söyleniyor. O yıl ödüle Justin Bieber, Mumford and Sons ve Drake adaydı. Ancak ödülü bir caz şarkıcısı olan Esperanza Spalding aldı. Bu defaki Grammy ödüllerinde bakalım nasıl sürprizler yapacaklar.

        Bu arada Oscar protestosundan sonra siyahi müzisyenler, “Acaba Grammy’yi de protesto etsek mi?” diye düşünüyorlar. Çünkü Grammy jürisi, özellikle hip-hop müziğinden hiç hoşlanmıyor, ama dediğim gibi bu ırkçı bir tavırdan değil, jürinin müzik zevkindeki tutuculuğundan kaynaklanan bir şey. Dolayısıyla ortada bence protesto edilecek bir şey de yok.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar