Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        FIRSATINI bulursanız o klasik programı bulup izleyin: Doğu Perinçek ile Yalçın Küçük çocukluğumuzun “Muppet Show”undaki balkondaki huysuz ihtiyarlar gibi karşılıklı oturmuşlar birbirleriyle tartışıyorlar, anlaşamadıkları konulardan biri de İstiklal Marşı.

        Yalçın Küçük diyor ki: “İstiklal Marşı’nı Mehmet Akif Ersoy yazmadı.” Gerekçesini, “Hiçbir yerde ‘Bu marşı ben yazdım’ demedi” diye açıklıyor. “Yazmadım” zaten dememiş; ama “Yazdım” da dememiş.

        Doğu Perinçek de ister istemez bu tuhaf mantık karşısında şaşırıyor.

        İstiklal Marşı’nın tartışıldığı tek platform Perinçek-Küçük kavgası değil. Marş yarışması açıldığı günden, ilk besteden beri tartışma sürüyor.

        40’lı yıllarda, 50’lerde, hatta 90’larda bile çeşitli vesilelerle hep tartışma konusu oldu milli marşımız. Çalıntı olduğu, bariz prozodi (notalarla hecelerin uyuşmaması) sorunları, Cumhuriyet için değil Vahideddin için bestelendiği gibi iddialar, hatta değiştirilmesine dair öneriler hep kamuoyunun önünde yaşandı. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan da İstiklal Marşı bestesinin sözün altında ezildiğinden bahsetti.

        HANİ TABUYDU?

        Hemen her konunun tabulaştırıldığı Türkiye’de milli marşın her dönem kolaylıkla tartışılması şaşırtıcı değil mi?

        ABD’de çoğu kimse milli marşın sözlerini bile bilmiyor, okullarda zorla çalınıp söyletilmiyor. Bizdeki gibi bir tartışma konusu da olmuyor. Benzer şekilde kurucu liderler de bizdeki gibi durmaksızın masaya yatırılmıyor.

        Türkiye ise ifade özgürlüğünü kısıtlamasıyla kötü şöhret edinmiş bir ülke olmasına rağmen bu konular gayet açıklıkla tartışılıyor.

        Bu çelişki demokrasinin, ifade özgürlüğünün “Türk işi” yorumu olmalı. En azından her konunun tartışılması, kimi zaman bu tartışmaları devletin tepesindeki siyasetçilerin açması, zaman içinde dokunulmadık tabu kalmaması sağlıklı adımlar.

        90’lı yıllarda özellikle liberallerin öncülüğünde Atatürk’e küfretme modası başlamıştı. Hatta Atatürk’ten nefret etmek entelektüeller kulübüne kabul şartına dönüşmüştü. Atatürk hakkında akla gelip gelebilecek olumsuz her şey Atatürk’ün kurduğu ülkede söylendi. Ama sonuçta hiçbir şey Türkiye’deki Atatürk sevgisini yok edemedi, hatta son yıllarda 10 Kasım’da Anıtkabir’e katılım rekor üstüne rekor kırdı.

        Tartışmak değersizleştirmiyor demek ki.

        OLUMLU BİR KATKI

        Bugün İstiklal Marşı’nın da tartışmaya açılması demokrasi kültürü adına bir katkı olarak yorumlanmalı. İdeal her konunun açıkça tartışıldığı bir Türkiye tasavvuru olmalı.

        Ancak bütün evrensel ölçütlere göre vasat ve sözle uyumsuz bu bestenin zaman içinde sadece kulak aşinalığından sahiplenildiği görülüyor. “İstiklal Marşı illa değiştirilsin” diye kampanyalar başlamıyor, “Asla İstiklal Marşı’na dokunamazsınız” diye sesler yükselmiyor. Öyle kabul etmişiz galiba. Donald Trump, ABD’de “Star Spangled Banner” için benzer bir tartışmayı açabilir miydi emin değilim.

        Doğrusu, Türkiye’deki ifade özgürlüğünün sınırları beni şaşırtmaya devam ediyor. Bir numaralı halk düşmanı Öcalan’ı savunan gazeteler çıkıyor, ülkenin kurucusu Atatürk’e demediğini bırakmayan birçok isim ana akım medyada ağırlanıyor. Öte yandan, hiçbirimiz tam olarak basın-ifade özgürlüğü olduğu konusunda tatmin olmuyoruz. Tutuklu gazeteciler, davalar, otosansür...

        Galiba bizdeki ifade özgürlüğü biraz İstiklal Marşı gibi... Söz var, beste var, yıllardır kabullenmiş bir şekilde söylüyoruz ve ezbere biliyoruz. Ama aralarda bir yerde de bölünüyor, “nin milletinin” ve “larda yüzen” gibi nota ile söz arasında uyumsuz ve muğlak bir yerde duruyor demokrasimiz.

        ***********

        SALATALIĞI NEREDEN BULDU?

        BİR yandan da Reza Zarrab’ın hapishanede tecavüz davası sürüyor, biliyorsunuz. Koğuş arkadaşına saldırmakla suçlanıyor, suç aracı da salatalık.

        Amerikan cezaevleri, erkeklerin başka erkeklerle gönüllü ya da gönülsüz ilişkiye girdikleri bir ortam; bu biliniyor. Ama bu hikâyede ilk günden beri salatalık kafamı karıştırıyor.

        LÜKS GIDA

        Salatalık bizde yaygın olsa da Batı’da adeta bir lüks gıda sınıfına giriyor. İngiliz geleneğinde asaleti temsil ediyor.

        Amerika’da süpermarketlerde falan taneyle satılıyor çoğu zaman. Hapishaneyi bırakın günlük mutfaklara bile giren bir yiyecek değil.

        Muz falan olsa anlarım da Reza içeride salatalığı nereden buldu; tecavüzden daha çok bunu merak ediyorum.

        ***********

        DÜŞEN GAZETECİNİN DOSTU OLMAZ

        KONUNUN tarafları yakın zamanda köşesini kaybetmiş usta bir gazeteci ve solcu, insan hakları savunucusu meşhur bir hukuk bürosu. Birçok gazeteci gibi kovulan yazarı da temsil ediyorlar ve çalıştığı gazeteye dava açıyorlar.

        Malum, basında kovulmak çoktandır bir daha uzun süre iş bulamamak anlamına da geliyor. Gazeteci alacağı tazminatla zengin olmayacak, hayatını sürdürecek ve kim bilir bir daha ne zaman düzenli bir maaş alarak çalışabilecek.

        Nitekim davayı kazanıyor. Karşılığında da belli bir miktar kazanıyor. Bir ev alınmaz, iyi bir araba belki...

        ASTRONOMİK ÜCRET

        Tazminatın kazanılmasının ardından avukat faturası geliyor. Gazeteci gözlerine inanamıyor. Aldığı tazminatın neredeyse yarısını avukatlık ücreti olarak talep ediyor büro. 10-20 bin olsa tamam, ama çok abartılı bir ücret talep ediyor.

        Gazeteci bir yanlışlık olup olmadığını merak ediyor ama “Evet çok çalıştık, hakkımız bu kadar” deyip ücreti çatır çatır tahsil ediyor.

        Müvekkilleri dev bir işadamı, İbrahim Kutluay’ınki gibi bir boşanma davası olsa, milyonlar dönse anlarım. Ama alt tarafı bir gazeteci, bir emekçi. Bu meslekten servet yapmamış, dürüst, temiz bir meslektaşımız.

        Duyunca inanamadım ve çok üzüldüm. Biz gazeteciler kimin dost olup olmadığını hep düştüğümüzde anlarız zaten.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar