Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        NAİM Süleymanoğlu hayatımıza Turgut Özal, TRT’deki İngilizce dersleri, Tanju-Hülya aşkı ve Cenk Koray’ın “kutu kutu”su gibi 80’ler, o muazzam değişim yıllarında girdi. Tıpkı 80’ler gibi yaşandı, dönemin mantığına uygun olarak “tüketildi” ve bitti. Gündelik konuşmaların arasına İngilizce serpiştirmek sınıfsal bir üstünlük göstergesine dönüşürken Amerika’dan gelen prensler çalıştıkları bankalarla Türkiye’ye leasing, factoring öğretiyor, ekonomik tartışmalar literatüre yeni giren “export” ve “import” sözcükleri etrafında dönüyordu.

        Türklerin henüz bir ihraç ürünü yoktu, ama renkli televizyonlardan videolara, otomobillere, hatta süpermarket raflarında beliren ürünlere kadar müthiş bir ithalat yarışı vardı.

        Naim Süleymanoğlu da milli olması için ithal edilmişti. Değişen Türkiye’de Özal’ın topluma zafer hikâyeleri sunması gerekiyordu. Türk kökeni ise onun millileştirilme ve topluma kabul ettirilme sürecinin kritik bir parçasıydı. Halbuki onu yetiştiren ülke, etnik kökeninden bağımsız olarak Bulgaristan’dı ve Türkiye de bu alışveriş sırasında yüklü miktarda bir yetiştirme parasını ödemişti zaten.

        ADI NAİM

        Adı salonlara verilip uğruna şarkılar yapılsa da (gerçi MFÖ’nün “Adı Naim”i epey utanç vericiydi) Naim Süleymanoğlu’nun bir mirasının olmaması onun hikâyesinin acıklı tarafı. 2000’li yıllarda şu an hatırlamadığım bir vesileyle irtibata geçtiğim Süleymanoğlu küçücük boyunun katbekat üstündeki egosuyla öfkeli, aksi, sert bir adamdı. Unutulmaya başlandıktan sonra en büyük itirazı hep yeteri kadar Türkiye’de itibar görmemek, saygı gösterilmemek oldu. Belki bu yüzden sürekli içti.

        Dünyayı bir zamanlar havaya kaldırmıştı belki ama sürekli beslenmeye aç olan sistem yeni başarı öykülerine doğru yol almıştı. Fatih Terim’in imparator katına yükseltildiği, olimpiyatların yerini futbol turnuvalarının aldığı bir dünyada bir nostalji olarak anılmaya ya da unutulmaya mahkûmdu.

        Bir zaman onu bulup çıkaran serbest piyasa ve rekabet ortamı tam da böyle işliyordu.

        Kendi saltanatının sonsuza dek süreceğini gerçekten düşünüyor olamazdı, değil mi? Sanırım gerçekten öyle sanıyor ve ardından yaratılan kahramanları kabullenmekte zorlanıyordu.

        Oysa bireyciliği ön plana çıkaran 80’li yılların tekil bir yan ürünüydü. Bir pazarlama hikâyesi, hatta harikasıydı; alınan ürün parasını hakkıyla vermiş, yatırımcısına astronomik kârlar getirmiş ama Betamax ve VHS kasetler gibi devrini kapatmıştı.

        ALTYAPI EKSİKLİĞİ

        Süleymanoğlu’nu ithal eden Türkiye kendi gençlerine yatırım yapmayı hiç tercih etmedi. Sonraki yıllarda da madalya adına ithalat geleneği sürdü. Bugün hâlâ futbolda yabancı kotası spor dünyasının en çok tartışılan gündem maddelerinden biri, çünkü hepimiz biliyoruz Hagi, Taffarel ve Popescu olmasa Galatasaray’ın “altın çağı” da olmayacaktı. (İki futbolcunun yine komünizmden geldiğine dikkat çekmek isterim.)

        Birkaç sene önce New York’ta Bulgaristan’dan göç eden eski bir olimpiyad atleti, spor hocam olduğunda, sırf onun özelinde bile demirperde ülkelerinin bizden neden ileride olduğunu görmüştüm. Onlarda bizde olmayan iki özellik vardı: Sistem ve disiplin.

        Geçici zaferler peşinde harcadığımız zaman, emek ve parayı keşke kalıcı bir altyapı devrimine, birkaç kuşak sonra arka arkaya madalya getirecek sporculara harcasaydık. 80’li yıllarda Naim rüzgârıyla bu yatırım yapılsaydı Türkiye’nin cam paravanlar ardında gururla sergileyecek çok daha fazla olimpiyad madalyası olurdu. Ama olmadı işte.

        *************

        #Dilbilgisi

        OLİMPİYAD RUHU!

        BİR kişi bile çok şeyi değiştirebilir, rahmetli Cüneyt Koryürek de tek başına spor kültürünün gelişmesi için çabaladı ömrü boyunca. Gazetelere atletizm üzerine yazılar yazdı, futbolun egemenliğine direnip Türkiye’de olimpiyat ruhunun yaygınlaşması için çabaladı.

        Dikkat etmişsinizdir, bizimki dahil bütün gazetelerde “olimpiyat” diye yazılıyor. Ben ise “olimpiyad” diye inat ediyorum.

        HINCAL ETKİSİ

        Hıncal Uluç’tan böyle öğrendim... Uzun yıllar o da köşesinde “olimpiyad” yazdı. Son yıllarda ise fark ettim, o da Türkçeleştirilmiş halini tercih etmeye başladı.

        Dün arayıp nedenini sordum.

        “Cüneyt Abi arayıp fırça atıyordu, onun baskısıyla yazıyordum” dedi. Koryürek, Yunanca’dan çıkıp uluslararası sözcük olan kelimenin doğru halinin bu olduğunda ısrarcıydı. Koryürek’i anarken “Onun ölümüyle birlikte bu baskı da kalktı” dedi Hıncal Abi.

        Benimki olimpiyad kültürünün yayılmasına tek başına sonsuz katkıda bulunan Koryürek’e hem saygı duruşu, hem de sporu sadece futbola (hatta üç büyüklere) indirgeyen spor dünyasına yönelik sessiz bir protesto.

        İRONİ YAPMA

        YAKIN dostu Müjdat Gezen geçen hafta Uğur Dündar’ın da FETÖ’cü olabileceğine dair deli saçması iddialarla dalga geçen bir yazı yazdı, Sözcü’de yayımlandı.

        Yazının bir yerinde “Kesin FETÖ’cüdür” diye ironi yapıyor. Espri tabii, ama okurken “Eyvah” dedim. Bir numaralı Babıali kuralıdır çünkü, “İroni yapma, gerçek sanırlar!”

        Zamanında Rauf Tamer’in bahsettiği “o kafa” var ya, işte Uğur Dündar’dan FETÖ’cü yaratmaya çalışan o kafa yarın öbür gün bu mizah yazısından da iddianame çıkarır.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar