Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İki şey hızlı yayılır.

        Biri dedikodu, diğeri ise orman yangını.

        Fotoğrafıyla gösterince, daha anlamlı.

        Yurdum doğa talanı, rantına dair ip uçlarını görünce.

        İnsanın midesi kaldıramayabiliyor.

        Muğla’da biri 2 ay, diğeri 1 hafta, sonuncusu da 2 gün önce çıkan orman yangın alanları havadan görüntülendi.

        Biri Menteşe ilçesine bağlı kırsal dağ zirvesinde denize tepeden bakan, köy arazisi imar tapulu Zeytinköy.

        250 hektarı ormanlık, toplam 700 hektar yanan.

        Diğleri aynı mevkideki denize akan konumu, kumsalla öpüşen durumu ile Akbük ile Datça.

        Şuna takılırım hep.

        Ormanla, insan ve yaşamın iç içe girdiği Çankırı’nın semtine neden uğramaz yangın?

        Oralarda mangal-anız yakmanın da tarla-arazi açmanın da cam kırığının-izmaritin de amiyane tabir ile; dibine vurulur oysa.

        Yine de neden semtine uğramaz yangın ormanın?

        Ege, Akdeniz ve Marmara’da ise neden cennet kıyılarla kol kola yaşar?

        Neden cennet kıyı hattında; neden gün doğumu-batımı kadar doğal hal almıştır gözünü toprak doyurasıca şerefsiz orman yangını?

        Tamamı değilse de eli kalem tutanlar bilir.

        Bazı tanıklıklar ya da fotoğraflar vardır, adama roman yazdırır.

        Üstat Yaşar Kemal’in bu tür bir serisi vardı.

        ‘Bu diyar Baştan Başa”

        Seyahat anıları ve röportajlarından oluşur seri.

        “Yanan Ormanlarda 50 Gün” ismini taşır 2. seri kitap.

        Doğa sevgimizi (!) samimi bir dille kaleme almış üstat.

        Orman yakmanın 1950’lere kadar açlık-sefalet çözümü, sonra ise evrim geçirerek ‘ata sporumuz’ olduğunu anlamamı sağlayan Yaşar Kemal eseridir benim nazarımda.

        Kitabın en önemli bölümünü Antalya ve Muğla kırsalında çıka(rıla)n orman yangınları oluşturur.

        Toprak ağalığı düzeninin yarattığı açlık ve sefaletten kırılan köylülerin ibretlik kurtuluş arayışları hikayesidir. Kendi kendinin ağası olabilmek adına, ekili-dikili alan elde etmek adına, ormanlara düzenledikleri “suikastler” dizini vardır eserde.

        Sonrasında ortaya çıkan toprakları tapulu tarlalara dönüştürme sürecinin anlatıldığı kısım gerçekten enteresandır.

        Ormancılarla girişilen köşe kapmaca ve bürokrasi ile yaşanan amansız mücadele dikkat çekicidir.

        Açlıktan kırılan insanların 50’li yıllarda bunu yapmasını anlayışla karşılayabiliyor okuyan ister istemez.

        Onların açlıktan kırıldığı için o dönemin şartlarında yaşama refleksi ile yaptığını, bu günün “beton vampirleri “, hala “ata sporu” kılmış durumda belli ki.

        Günümüzde yanan yerlerin köylü tarafından tapulu tarla kılındığına rastlayan var mı bilmem.

        Yakın geçmişteki orman yangınları sonrası “mecburen-mecburiyetten” gerekçesi ile turizm imarı ile buluşmuş emsalleri hatırladım.

        Sonra da Zeytinköy, Akbük, Datça sahil-kumsal-manzara nokta atışlı son yangın alanlarını gözümde canlandırdım.

        Kendi adıma ‘‘yangın’’ deyip geçemedim.

        ‘‘Vurgun’’ daha makul sebep gibi görünüyor sanki.

        Sizce?

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar