Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İSTANBUL Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı istifa etmeye icbar eden şartlar pek tabii bazı AK Partili belediye başkanları, il başkanları ve çeyrek yüzyıldır Ankara’yı yöneten Melih Gökçek hakkında da tasarruflarda bulunulacağı söylentilerinin artmasına neden oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Şimdilik istemedik ama bu istemeyeceğimiz anlamına gelmez” ifadesi, meselenin söylentiden ibaret olmadığının göstergesiydi. Dahası da var. Erdoğan, İran seyahatinde gazetecilere konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmış: “Bir makama getirilirken her şey iyi güzel, ama benim ‘metal yorgunluğu’ olarak dediğim durumlarda makamı boşaltılmasının istenilmesi niye yadırganıyor? Kaldı ki istifa ya da görevden ayrılma, bu davada bir sorun olarak görülmemelidir. Nitekim birçok arkadaşımız daha önce birçok görevlerini bırakmışlar, sonra başka görevler almışlardır. Ama dava olarak görmez de, hasbi değil hesabi davranırsan; ‘Benim şanım var, şerefim var’ dersen, kusura bakma ama partinin şerefi herkesin şerefinin, şanının çok daha önündedir.”

        Doğrudur, bir siyasi hareket aynı zamanda “dava” olarak nitelendiriliyorsa sırf siyasi rekabet veya iktidarı/koltuğu kaybetmemek için atılan adımlar hasbi değil, hesabi kaçar. Ancak bu durum “dava”nın ne olduğunun ve nasıl yürüyeceğinin bazı prensip kararlarıyla stabilize edilmiş, handiyse mühürlenmiş olduğu durumlarda inandırıcı olur. Oysa AK Parti’nin geçmişi, davanın tam olarak ne olduğu konusuna net cevap vermeyi zorlaştıran çelişkilerle dolu.

        Örnek olarak ilk aklıma gelenleri sayayım:

        1) İleri demokrasi olma hedefi bulunan AB kriterleriyle eşgüdüm sergileme sözü veren bir ülkeydik. Başımıza öyle şeyler geldi ki OHAL ilan etmek zorunda kalan bir ülke olduk. Ancak iş OHAL koşullarında referandum yapmaya kadar gitti, hatta OHAL ile uzun soluklu bir beraberlik tercih ediliyormuş görüntüsü verilmeye başlandı. İleri demokrasi davası makas değiştirdi.

        2) Bir ara, ümmetin dertleriyle eşgüdüm sergileyen ve bölge ülkelerinin sokağının kalbiyle senkronize olan bir çizgideydik ve zulmü arşa dayanmış İsrail’le haliyle sorunluyduk. Devlet sorumluluğu, birey dünya görüşü gibi değildir, tamam, ama “normalleşme” yetecek iken işi “yakınlaşma”ya vardırdık. Devlet, kendi sivillerini; Mavi Marmara şehitlerinin mağdur yakınlarını İsrail’le hesaplaşmaktan men eden bir anlaşmaya imza attı.

        3) Dava, yüz binlerce Suriyelinin hayatını trajediye çeviren Esad rejimine ve onun sahipleri olan İran ve Rusya’ya karşı aldığımız prensip kararından dönüş bağlamında da makas değiştirdi. Öyle ki bugün İdlib’de Rus bombardımanı nedeniyle ölen çocukların fotoğraflarını paylaşmak bile bazı “kamulaştırılmış” köşe yazarları tarafından “hükümete operasyon çekme” olarak nitelendirilebiliyor.

        4) “Dava bunlar değil, dava Türkiye’nin bağımsızlığı” ise o zaman daha garip. Zira o ihtimalde özgürlüklerin daha da geniş yorumlanması gerekirdi. Çünkü Rusya-İran ve Esad’a “yaklaşma” politikasını eleştirenler dahil “Hangi tavır Türkiye’yi daha güçlü kılar?” soruları üzerine kafa yoranların hiçbiri Türkiye’nin işgal edilmesini savunanlar filan değil sadece “devletle aynı görüşü paylaşmamak” şeklinde betimlenebilecek en temel sivil hakkı kullananlar.

        5) Dava yerlilik ve millilik ise orada da mevzunun aydınlatılması lazım. Zira Barzani’nin referandum kararını savaş sebebi saymak ve devleti topa tüfeğe davranmaya teşvik etmek ilk bakışta millilik gibi görünebilir. Ama milli kimliğe yakışır olanı “Türkiye Kuzey Irak’a duvar örerse, ambargo gibi gayri insani tutumlar alırsa pusuya yatan diğer ülkeler kazanmaz mı? Dahası Şam’dan, Bağdat’tan, Beyrut’tan sonra Kuzey Irak’ın İran’a bağımlı hale gelmesi Türkiye’nin lehine midir?” diye sormaktır.

        Türkiye’nin 15 Temmuz öncesinde ve sonrasında yaşadığı konjonktürel baskılar AK Parti’yi “dava” adını verdiği serüveni sürekli olarak güncellemesine, değiştirmesine yol açtı. Dolayısıyla AK Parti’nin elinde artık dava denilebilecek tutarlı bir bütünlük yok, tek tek ilkeler, prensipler var. En önemlisi de sandığın namusu. “Milli irade” ifadesiyle tanımlanan “Halkın dediği olur” düsturu. İstisnalar olabilir ama belediye başkanları seçimle gelir ve seçimle gitmelidir şiarını zedeleyecek tutumlardan kaçınmak, “şiar” olmalı.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar