Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçensene Iowa Üniversitesi psikologlarının yaptığı araştırmayı bugün tekrar gündeme getirmek istiyorum. Araştırmanın detaylarına inmeye gerek yok. Elde edilen sonucun özeti aynen şöyle: İnsanoğlu kendi kafasından bir karara ulaştığı andan itibaren verdiği kararın aslında bir yanılgı olduğunu ispatlayan ne tür somut bilgi ve gerçekler listesini önüne sererseniz serin, inandığı yanlış doğrulardan vazgeçmemek için sonuna kadar direniyor. (İlginizi çekerse araştırmanın detaylarını Journal of Prediction Markets isimli dergide Tom Gruca ve ekibine ait makale olarak bulabilirsiniz). İnsanoğlunun bu garip inadını spor taraftarlığında, siyasi görüşlerinde, dini inançlarında, alışkanlıklarında ve de (ne ilginçtir ki) bilimsel olduğunu düşündüğü saplantılarında sürekli olarak gözlüyoruz. Özellikle somut bulgular üzerine kurulu olan bilim içerisindeki sabit fikirlilik (bana göre) listedekilerin en tuhafı. Bilim tarihi, ya şiddetle karşı çıkılmış olan “gerçek iddialar” ya da göklere çıkarılan yanlış uygulamalarla tıklım tıklım dolu. Ardında yatan sebepler sürekli karşımıza çıkan 2 “baş belası”: Ego ve para!

        California Üniversitesi endokrinologlarından Robert Lustig’in konuşması, 2009 yılında Youtube’da yayınlandığı anda tıklanma rekorları kırmaya başladı. Konu, “Şeker yemeyin! Bedeninize yapacağınız en büyük kötülüklerden birini yapmış olursunuz” idi. Zaten o konuşmadan sonra da “şeker”’in beyaz zehir olduğu konusunda sayısız yazı yazıldı, tartışma programları gerçekleştirildi. Oysa 2009’dan 37 yıl önce John Yudkin, “Pure, White and Deadly” (saf, beyaz ve ölümcül) isimli bir kitap yazmış, bu kitapta sofrada kullandığımız şekerin vücutta yarattığı hasarı anlatmıştı. Diyetisyen uzmanlar derhal karşı saldırıya geçerek Yudkin’in kitabını, “Sırf dikkat çekmek için yazılmış saçmalıklar silsilesi” olarak tanımlamış, çeşitli radyo programlarında ise ileri sürdüğü fikirlerle “Şeker yemediği için kafası çalışmıyor, saçmalıyor zavallı” diyerek dalga geçilmişti. Yudkin görevinden oldu, 1995 yılında hayatını kaybetti ve “bilimsel önemli iddialar” listesinden silindi gitti... “Hasta değilseniz şeker yemekle sağlığınıza hiçbir şey olmaz. Şeker enerji kaynağıdır” yanlış inancı yıllarca devam etti. Üreticiler “Yağsız yogurt sağlıklıdır” derken içerisine meyve kokulu şeker eklemeyi ihmal etmediler. Hele mısır gevrekleri? “Süper sağlıklı-hafif kahvaltı” olarak lanse edilirken içine boca edilen şeker hiç mi hiç kale alınmadı. “Sağlıklı yaşamaya başladık” diyen toplum, pompayla şişirilircesine şişmanlamaya, obez kelimesi yaygınlaşmaya başladı. Kalp hastalıkları tırmandıkça tırmandı. “Yahu hayatımızdan yağı da çıkardık, ama...” cümlesi en çok kullanılan şaşkınlık ifadesi oldu. Farkında olmadan alınan şeker hep hesap dışıydı. 1970’lerde John Yudkin’in sözüne kulak asılsaydı emin olun bugün aramızdan vaktinden önce ayrılanlar bir süre daha buralarda olurlardı.

        Bir yandan hayatını bilime adamış insanların bu tür doğru (hayat kurtarıcı) uyarıları (“İnanmıyoruz” diyerek) kulak ardı edilirken diğer yandan tüccarlara para getiren birçok ilaç tedavisi (daha araştırma süresi devam ederken) inanılmaz ya da mucize olarak ilan edilmekte. “Aaaa pardon” diyerek insan sağlığını ciddi yönde tehdit ettiği için piyasadan toplatılan ilaçların listesi uzadıkça uzuyor. Nedense “İnanmıyoruz” tartışmaları bu tür buluşlar ilk kez gündeme getirildiğinde bile duyulmuyor.

        Geçen hafta Toronto Üniversitesi, tüm dünyada çokça kullanılan bir ağrı kesicinin “beyin işlevlerini bozduğunu” ilan etti. Ben de, ailem de yıllarca kullandık bu ilacı. Eminim büyük bir çoğunluğunuz da ya kullanmaktasınız ya da bir dönem kullanmışsınızdır. Bahsettiğim ağrı kesici “acetaminophen”. Kullandığınız ağrı kesicinin “acetaminophen” olup olmadığını prospektüsüne bakarak anlayabilirsiniz. Araştırdığım zaman tarihçesi oldukça eski olan bu ağrı kesicinin bu tür yan etkilerinin yıllar önce de bulunduğunu ama araştırmacıların seslerini bir türlü duyuramadıklarını gördüm. Zaten Dr. Dan Randels ve ekibininin geçen hafta yaptığı bu açıklamayı da haberlere şöyle bir göz gezdirirseniz büyük bir ihtimalle HABERTÜRK’ten başka bir yerde göremeyeceksinizdir. Size ilginç bir test öneriyorum. Yakınınızda bu önemli konuyu dostlarınıza bir açıverin. İlgilenen sayısının çok az olduğunu göreceksiniz. İlgilenenlerden ise duyacağınız muhtemel yanıtı ben söyleyeyim: “Sen kulak asma, inanma bu tür söylemlere!” Baş ağrısıyla yaşayacak değiliz ya!

        Size önereceğim ikinci bir test ise çevrenizdeki tartışmalara kulak kabartın. % 80’i fikirlerini beyan ederken “İnanıyorum”, “İnanmıyorum” sözlerine ağırlık veriyordur. % 20’si ise “Biliyorum” diyerek başlar sözüne... “Biliyorum” diyenler içerisinde ise maalesef büyük bir çoğunluk, “inançları doğrultusunda biliyordur”. Neye dayanarak bildiğini iddia ettiğini sorun bakalım ne yanıt alacaksınız? Gelelim bu haftanın en çarpıcı bilimsel başarısına.... BİLİYORUM ki bu buluş hayatımızı değiştirecek...

        DİJİTAL RESİMLER DNA'YA YÜKLENEBİLECEK

        Washington Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu araştırmayı duyunca teknolojinin geldiği nokta için tek bir şey söylebildim: “Vay canına!” 600 adet akıllı telefondaki tüm bilgiler (fotoğraflar, videolar, dokümanlar, özel bilgiler) bir DNA molekülüne kodlanarak kaydedilip daha sonra da o molekülden tekrar geri alınabilmiş. Daha kolay anlaşılabilmesi için bir benzetme yapalım isterseniz. Çevrenizde bildiğiniz en büyük alışveriş merkezini düşünün. O alışveriş merkezini doldurabilecek dijital bilgilerin tümünün bir kesmeşeker büyüklüğündeki bir yapıya sığdırılabileceğini düşünebiliyor musunuz? Elektrik ve kimya mühendislerinin birlikte gerçekleştirdikleri bu başarılı çalışma, DNA moleküllerinin milyonlarca bilgi taşıyabilme kapasitesini göz önüne getirerek gerçekleştirilmiş. Geçen hafta uluslararası bir konferansta detaylarıyla ilan edildiği andan itibaren bilim dünyasında en çok tartışılan konu, bu buluşu takiben diğer yapılabileceklerin listesi. O listede sıralananlar inanın çılgın bilimkurgu filmleri aratmayacak düzeyde. Araştırma ekibinden Dr. Luis Ceze yaptığı basın toplantısında buluşlarıyla ilgili şunları söyledi: “Canlıların tüm özelliklerinin kaydedildiği DNA inanılmaz bir kütüphane gibi aslında. Sentetik olarak elde edilebilecek DNA’larda bireysel bilgiler, hastanelerin hasta listeleri ve bilgileri, bir avukatın hayatı boyunca oluşturduğu dosyalardaki dokümanlar, dünya kütüphanelerinin tümü ve daha aklınıza gelebilecek nice binalar dolusu bilgi minicik bir tüp içerisine kopyalanabilecek bundan sonra. Üstelik yüzlerce hatta binlerce yıl hiç bozulmadan saklanabilecek. Dünya artık eskisi gibi değil. Her gün tonlarca bilgi oluşuyor. Bu bilgilerin küçük korunaklı tüplerde saklanması ve arşivlenmesi tüm insanlık için büyük kolaylık olacak. Düşünsenize tüm bilgilerinizin vücudunuzda bir yerlerde depo edilebildiğini. Uygulanabilirse bilgisayarım kayboldu, çalındı derdi kalmayacak.”

        Bu araştırmayı kimin finanse ettiğini tahmin etmişsinizdir sanırım: Microsoft’un araştırma grupları.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar