Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu yazıyı seçim sonuçları açıklanmadan önce yazdığım için gazetemizin kapak sayfasındaki haberler şu anda kimleri mutlu ediyor bilemiyorum. Sonuç ne olursa olsun unutmayalım; hayal kırıklıkları yaşayan kesim küçümsenecek bir azınlık değil. Hep böyle değil midir zaten? Zayıf düşen kesim “yok sayılan” kesimdir. Sonucun adı ise: Demokrasi! Oyların sayılmasının hemen ardından kimi mikrofona sarılır, kimi kaleme... Haftalarca, hatta aylarca sürer gider bu vır vır... En çok duyulacak söz, “Artık sen bundan sonrasını gör”dür! Oysa... “Bundan sonra”nın varacağı yer sandıktan kim çıkarsa çıksın sen ve ben değişmez isek hayallerimizden çok uzak bir noktadır, sıkıntılıdır... Emin olun! İstediğiniz parti oyları toplamış olsa bile... “Eyvah” çekseniz bile... Sosyal medyalardan “mutluluk naraları” atıp karşı görüştekilere nispet yapsanız bile... “Terk etmek istiyorum bu diyarları” diyecek kadar kahrolsanız bile... Yapılacak tek şey var şu anda. Adını ben koymayayım o “tek şey”in. Önce gerçek bir hikâye (seneler önce bir kez daha paylaşmıştım), daha sonra bilimsel bir gerçekten bahsedeyim. Ondan sonra o “tek şey” neymiş birlikte karar verelim: Rahmetli dedemin birbirleriyle geçinemeyen, damızlık iki kardeş öküzü varmış. Her fırsatta birbirlerine ciddi fiziksel zararlar verecek şiddette dövüştükleri için dedem onları hep ayrı ayrı yerlere bağlarmış. Bir gün çoban dağdan döndüğünde dedeme korka korka, biraz da ağlamaklı, “Efendim sizin öküzler kayboldu” diye söze başlamış. “Bir ara uyuyakalmışım, uyandığımda her ikisi de yoktu. Çok aradım ama nafile. Daha geç olmadan diğer hayvanları geri getirmek zorundaydım” demiş. O yıllarda (henüz doğayı tam katletmediğimiz için), kurt ve ayı gibi vahşi hayvanların varlığı, dedemi derhal bir ekip toplayıp ellerinde fenerlerle öküzleri (vahşi hayvanlarca parçalanmadan önce) gece vakti aramaya mecbur kılmış. Kısa bir süre sonra iki öküz bir tepede sırt sırta (365 derece görüş açısına sahip), barış içerisinde otururken bulunmuş. Bu pozisyonda uyumak doğal yaşamda bizon, geyik gibi diğer benzer hayvanlarda her iki taraftan gelebilecek vahşi hayvan saldırılarına karşı uyanık ve hazırlıklı olma taktiği olarak bilinirmiş. İki ezeli rakibin varlıklarını sürdürebilmek için dağın başında kurdukları bu dayanışma tüm arama ekibini pek duygulandırmış. Öküzleri önlerine katıp büyük bir mutlulukla mahallelerine geri dönmüşler.

        Hayvanlar âleminde dayanışma halinde yaşayanlar ve tek başına avlanıp tek başına yaşayanlar vardır. Örneğin filler, kurtlar, yarasalar, kuşların büyük bir çoğunluğu, balıklar hayatta kalmalarını dayanışma içerisinde yaşamaya borçludurlar. Bu yüzden düşmanları bu tür hayvanları avlamak istediklerinde sürüyü dağıtmaya çalışırlar... Sırf birlikten gelen gücü kırabilmek için...

        Ya insanoğlu?

        Geçen haziran, Journal of Environmental Psychology Dergisi’nde (Volume 42:24-31) Kanadalı araştırmacıların yazdığı ilginç makaleyi okumasam neredeyse insanoğlunun “dayanışma içerisinde yaşayan gruba” dahil olmadığına karar vermek üzereydim. Bir biyolog olarak kendi canlı türüne bu kadar çelme takan başka bir canlı türü tanımıyorum ben. Bu düşünceden yola çıkarak elinize bir harita alıp Türkiye’ye yeniden, bir başka gözle bakın. Dünyada stratejik ve jeolojik açıdan bu kadar önemli konumda yer alan bir başka ülke daha yok. Asırlardır avlanmaya mahkûm “lezzetli” bir avız. Lezzetli ama çok güçlü bir av. Tek yöntem grubu bölerek dağıtmak. Dinciler, dinsizler, Kürtler, Ermeniler, Aleviler, solcular, sağcılar...

        Dedemin iki öküzü anlamış düşmanın aynı ahırdaki kardeşi değil, dışarıdan gelecek saldırı olduğunu. Ancak dayanışmayla var olabileceklerini... Onlar öküz kafalarıyla bulmuş doğru yolu, biz mi bulamayacağız?

        Bütün bunları düşünürken gözüme ilginç bir makale çarptı. Bazı hayat gerçekleri nasıl da değer yargılarını allak bullak ediyor. Bizler parti kavgasına dalmışken işte size 5 yaşındaki minicik bir kızın tüm insanlığa verdiği ders:

        5 YAŞINDAKİ ÇOCUKTAN UTANDIRAN SÖZLER...

        Julianna Snow 5 yaşında, diğer yaşıtları gibi peri masallarını, oyuncakları ve yavru hayvanları seven bir kız çocuğu. Çok nadir rastlanan (kısaca CMT olarak adlandırılan) nörolojik bir hastalığa yakalanmış. Artık ayaklarını hissetmediği için yürüyemiyor, elleri kavrayamadığı için bebeklerine sarılamıyor. Özellikle akciğer enfeksiyonuna yakalandığında diğer çocuklar gibi antibiyotik tedavisiyle iyileşmesi imkânsız. Hastanede uyuşturucular verilerek solunum cihazına bağlanması şart. Maalesef bağışıklık sistemi zayıf olduğu için sık sık akciğer enfeksiyonuna yakalanıyor. Geçen hafta (doktor olan) annesinin Julianna için verdiği karar, tıp ve basın dünyasını allak bullak etti. 2 hafta önce hastaneden taburcu olan Julianna’ya annesi eve geldiğinde sormuş: “İyileştin artık. Ne istersen yapacağım. Benden en büyük isteğin nedir?” Julianna yanıtlamış: “Bana söz ver, ne kadar hastalanırsam hastalanayım beni bir daha hastaneye götürme. Tek isteğim bu. Biliyorum hastayım, nasıl olsa ölecekmişim.” Anne uzun bir süre düşündükten sonra yanıtlamış: “Söz veriyorum! Ne olursa olsun seni bir daha hastaneye götürmeyeceğim” Bunun üzerine geçen hafta tıp dünyası ayağa kalktı: “5 yaşında bir çocuk o. Kararı o veremez. Hem umutlar sönmemeli.” Evet! Şahsen ben de diğer hekimlerle aynı fikirdeyim. Umutsuzluk her türlü olabilecek mucizenin zehridir. Annesine sorarsanız 3 aylık ömrü kalan bir çocuğun son isteği olarak görüyor bu kararını.

        Bu haberi sizlerle paylaşmamın asıl nedenine gelince... 5 yaşında bir çocuğun sarf ettiği sözler, tüm insanlığın verdiği siyasi kavgalara ara verip uzun uzadıya düşünmesi gereken türden: “Televizyonda gördüm. Savaşlarda hasta olmayan, sağlam çocuklar da ölüyormuş. Hem onları öldüren hastalık değil sağlıklı abilermiş.”

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar