Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        NE konuda olursa olsun neyin güzel, neyin çirkin olduğu tartışmaları hiçbir zaman ortak noktada buluşulamadan son bulmaya devam edecektir.

        Haydi bakalım, bir tartışma da benden: İstanbul’u güzel buluyor musunuz?

        “Eveeeeet” mi dediniz? Bu koroya üzülerek katılamayacağım. Houston’dan kalkıp İstanbul’a inen uçağın penceresinden vatana varışın heyecanıyla bakıyorum. Öyle senede bir değil, 4-5 kez geldiğim halde bu sefer hiç de güzel gelmiyor gözüme İstanbul. Bir taş yığını adeta. “Bir şehir bu kadar mı yanlış makyajla çirkinleştirilen güzel kadına benzer?” diye düşünüyorum. Depreme gebe bir kent olarak dünyaca bilinen bir kentin hiç boş alan bırakmaksızın tepeden sıkıştırılmış sardalye konservesi gibi görüntüsü, çirkinlikten öte korkutucu geliyor. Boğaz’a nazır balık yerken ya da eski, daracık, sevimli sokaklarında yürürken bu duygular hissedilmiyor elbette. Fakat yağlıboya tabloya “Güzel mi?” diye burnumuzu tuvale dayayarak bakmadığımız gibi bir kente de biraz uzaktan bakmak gerekiyor. Çocukluğumda annem “Neva odanı düzelt” dediği zaman, öylesine onu oraya, bunu buraya sıkıştırmak yerine bütün çekmeceleri, kütüphaneyi boşaltır, indirir, yeniden düzeltirdim. Her şey boy sırasında ve estetik olarak yeniden düzenlenirdi... Uçağın penceresinden bakarken de çocukluğumdaki kafayla son 20 yılda yapılan binaları lego parçaları gibi bir torbaya doldurup doğru şehirleşme uzmanlarının yardımıyla, depremde buluşma alanı olarak da kullanmak üzere bol yeşil alanlı bir İstanbul kurma hayallerine daldım: Gökdelenler şuraya... Boğaz’ın dibinde yeşil alanlara gökten düşmüş gibi görünen villalar buraya... Derken uçak indi... Olan olmuş, biten bitmiş, olağanüstü güzellikte tarihi bir şehir bir şekilde “katledilmiş”; insanların trafikte ve bol yağmurlu günlerde “can çekiştiği” bir hale getirilmiş.

        İstanbul’umuzdan bugün bu sözlerle bahsetmek benim de hoşuma gitmiyor. Çözümü olmayan sorunları dile getirmek ise “Nevalojiye” hiç uymuyor. Geçen hafta e-postama gelen “Ne olur sesimize kulak verin” mesajını okuyunca sanırım daha farklı bir etkilenme yaşadım. Belki gerçek anlamda çirkinleşme olayına “çözüm” yok. Ama en azından gelinen noktada yapılan yanlışların devam etmesini engellemek var. Gönderilen mektubun konusuna gelince: Büyükçekmece Albatros sakinleri, 2013 yılından bu yana ciddi bir gerilim içerisindeler. Belediye, iş makineleriyle ağaçları sökmek için çaba sarf ediyor ve halk engellemek için direniyor. Her ağaç sökülüşünde söylenen standart: “Bu bakımsız yerleri daha da güzelleştireceğiz, çok sayıda kişiye böylece iş alanları açacağız”... Bu “cağız, ceğiz” söylemleri halkı hiç de heyecanlandırmıyor artık. “Büyükçekmece, bölge sahilinde dolgu olmayan tek yeşil alandır, 1999 depreminde çadır kurup başımızı soktuğumuz yerdir. Bizler nasıl ki Albatros’taki ağaçların gölgesinde piknik yapıp denize girdiysek, istiyoruz ki bizden sonrakiler de aynı şeyleri yapabilsinler” diyor Büyükçekmeceliler. Ahali, ağaçların sökülmesine, alanın belediye tarafından satışa çıkarılmasına “Hayır” demek için 22-23 Ağustos’ta “Çadırını da al, gel” duyurusu yaptı.

        Farkındaysanız son yıllarda tüm ülke genelinde ağaç kesimlerini engelleme eylemleri sıklaştı. Daha şık parklar, barajlar, oteller, enerji santralları, iş imkânları kimsenin umurunda değil. “Bırakın doğal yeşil alanları; gidin, denizden ve bizden uzak boş alanlara kurun o şık planlarınızı” diye feryat ediyorlar.

        Yemek istemeyen bebeğin ağzından içeri zorla “Ama bak yiyince kocaman olacaksın” diyerek yemek tıkarken, 2 yaşındaki zavallı bebeğinin boğularak ölümüne sebep olan anne geliyor aklıma. Halk ağlıyor, belediyeler “Ama iyi olacak” diye diretiyor. Zaten terörle sancılanan ülkem insanlarını bir kez olsun dinlemekte fayda var. Thomas Jefferson’un devlet ile halk arasındaki hukuku tanımlayan sözü çok hoşuma gider: “Devlet, halk (halkın istekleri) için vardır; halk, devlet (devletin istekleri) için değil.”

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar