Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUNDAN yaklaşık 30 yıl önce bir kâbus görmüştüm, hâlâ en ince detayına kadar hatırlarım. O sıralar üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Hayatımla ilgili çok önemli bir kararı tek bir sınavın belirlemesi beni ne kadar etkilemiş ki bilinçaltım bir de “senaryo” oluşturmuş:

        “Rüyamda bir yatakta yatıyorum. Etrafımda olan her şeyi fark ediyor ve duyuyorum, ama felç olmuşçasına hiç hareket edemiyor, konuşamıyorum. Odadaki insanlar hakkımda karar veriyorlar. Söylenenlerin hiçbiriyle hemfikir değilim ama yapacak bir şey yok. Tepki gösteremiyor, kendimi kör bir kuyuda hapsedilmiş hissediyorum...”

        Uyandığımda yatağımda bir süre kalakalmış, sonra oynatabildiğim ellerime, kollarıma bakıp sevinç gözyaşları dökmüştüm. Bu kâbusumu yeniden hatırlamama sebep, geçen hafta “PLOS Computational Biology” isimli bilimsel dergide okuduğum son derece ilginç ve önemli bir bilimsel haber oldu.

        Cambridge Üniversitesi bilim insanları, bitkisel hayata giren insanların konuşamama ya da başka bir şekilde tepki gösterememesine rağmen aslında zihinsel ölümlerinin gerçekleşmemiş, bilinçlerinin ise açık olabileceği gerçeğini yeniden gündeme getirmişler. Aynen benim gördüğüm kâbusta hissettiğim gibi “hareket edemeyen, konuşamayan bir bedene hapsolmuş, çaresiz insanları” incelemişler. 32 bitkisel hayat sürdüren hasta üzerinde gerçekleştirdikleri testler sonucunda hasta yakınlarına, fMRI gibi yüksek fiyatlı bir yöntem yerine EEG (elektroensefalografi) tekniğine başvurarak hastaların bilincinin ne kadar açık olduğunu anlayabileceklerini göstermişler.

        Bu test sonrasında verilecek kararlar hiçbir zaman daha kolay olmayacak elbette. Ama araştırma yöneticisi Dr. Tristan Berkinschtein’a göre, en azından hasta sahipleri belli konulara gönül rahatlığıyla onay verebilecekler. Araştırmanın tamamını son derece negatif bir yaklaşımla eleştiren bazı hekimlerin yorumlarını okudum. Karakterini yani kendisini hiçbir şekilde ifade edemeyen, sadece nefes alıp veren bu tür hastalara “kişi” olarak bakılmamasını önerenler var aralarında. Önyargılı olmamak, çok yönlü bakmak gerekiyor belki de... Bilmiyorum!

        Konuşup tartışılan konu “yaşam” olunca herkesin söyleyeceği farklı bir şey var mutlaka. Bireysel olarak hayata bakış açılarımız da parmak izlerimiz kadar kendimize has değil mi zaten? Geçen hafta sosyal medyada dikkatleri çeken Mehmet Pişkin’in intiharı da yaşama ne kadar farklı baktığımızın bir göstergesi. Kimi fiziksel acılar içerisinde olsa da, değil kolunu bacağını oynatmak, göz irtibatı kurmakta bile zorluk çekerken bir nefes daha alabilmek için çırpınıyor, kimi sapasağlam, aklı başında ve “Benden bu kadar” deyip çekip gitmeyi yeğliyor. Her karara saygı duymak gereğine inanmakla birlikte inanmadığım, alkışlamadığım bir şeydir yaşamdan kaçmak.

        Finlandiya’da çalıştığım dönem içerisinde Kuopio Üniversitesi Rektörü Ossi Lindqvist, beni bir gün huzuruna çağırıp sormuştu: “Neva sen değişik bir kültürün gencisin. Fikrini almak istiyorum. Sence Finlandiya’daki gençler maddi olarak her imkâna sahip olduğu halde neden bu çocuklarda intihar etme yüzdesi bu kadar yüksek?”

        Zor bir soruydu ama kendimce yanıtlamıştım: “Maddi olarak her şeyleri var, istedikleri her şeye kolay ulaştıkları için ufak hayal kırıklıkları onlara dünyanın sonuymuş gibi geliyor olabilir. Bu çocukları (tıp fakültesi öğrencileri) yaz tatilinde fakir bir ülkeye, mesela Somali’ye hasta çocuklara aşı yapmaları için gönderelim. Kendi ‘merkezlerinden’ çıkıp başka insanları görebilme imkânları olsun. Hayatlarında hiç bisküvi görmemiş bir çocuğu kucaklarına alsınlar, ilk ısırıktan sonra gözlerindeki ifadeye baksınlar bir kere. Saman yatakta uyusunlar 2-3 ay.”

        Bu önerim, depresyonda olduğunu söyleyen üniversitemdeki gençlerde 3 yıl süreyle uygulanmış ve her biri ülkelerine döndüğünde yaşama dört elle sarılmışlardı.

        Yaşamak oyun gibi bir şey. Aktif olarak kuralına göre oynamadan kazanılmıyor. Mızıkçılığı seçmek doğru gelmiyor bana. Bir nefeslik hayatın kalmış olsa bile.

        Bilim mi parayı, para mı bilimi getiriyor?

        EVET, başlıkta sorduğum soru bilmece gibi biraz kafa karıştırıyor. Teksas’ta Austin Üniversitesi’nin yapmış olduğu bir araştırmayı okuduktan sonra aklıma ilk bu soru geldi. “Physiological Science” isimli bilimsel dergide geçen hafta yayımlanan araştırmaya göre bilime hevesli olan toplumlar daha zengin. Yani para geldikçe bilime olan ilgi de paralel olarak artıyor. Fakat bilime ilginin, bilimsel düşünme yeteneğinin problemlere pratik çözümler sunacağı, böylece atılan doğru adımların para getirebileceği gerçeğine hiç değinilmemiş. Bu makale bana, bacakları koparılan pirenin “zıpla” denildiğinde zıplamamasını pirenin sağırlığına bağlayan komedi araştırmayı hatırlattı.

        Problemlere poponuz değil ayaklarınız üzerindeyken çözüm bulabilirsiniz!

        BU cümle aynen Stanford Üniversitesi profesörlerinden Daniel Schwartz tarafından söylenmiş. Yüzlerce insan üzerinde yapılan araştırmaya göre, masa başında oturarak sorulan soruları yanıtlayanların yaratıcılık güçleri, düşünürken ayağa kalkıp şöyle bir dolaştıktan (içeride ya da dışarıda fark etmiyor) sonra soruları yanıtlayana oranla tam 4 kez daha düşük. Detayları geçen hafta “Journal of Experimental Psychology” Dergisi’nde yayımlanan makalede her bireyin bir problem çözerken mutlaka kalkıp yürürken düşünmesi öneriliyor. Otururken verilen kararlarda pişmanlık oranının yüksek oluşu da araştırmanın ilginç sonuçlarından.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar