Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Galataport inşaatı sırasında Karaköy Yolcu Salonu’nun yıktırılmasının ardından, şimdi de geçen gün Paket Postahanesi’nin cephesi dışında her yerinin ortadan kaldırılması tartışılıyor...

        Yolcu Salonu konusunda daha önce yazmıştım: Uğruna 19. asırdan kalma üç hanın gümbür gümbür yıktırıldığı binanın inşasına 1930’ların sonunda başlanmış ve salon 2 Temmuz 1940’ta hizmete girmişti. Hatıraları tabii ki vardı ama tarihî eser değildi!

        Sadece bu salon değil, o günlerin ihtiyaçları doğrultusunda yaptırılan hiçbir bina tarihî değildir; bugün “kültür varlığı” olarak kabul edilmelerinin ardında da inşa edildikleri dönemin hasretini çekenlerin bu mekânları siyasî ve ideolojik birer sembol olarak görmeleri yatar. Asırlar öncesinden kalma eserleri ortadan kaldırmamızı bir tarafa bırakalım, vârolan birkaç örneği de eski senelerde yıktırıldığı için bugün doğru dürüst bir “art deco” binası kalmayan İstanbul’a ideolojiler çerçevesinde bir mimarî tarihi anlayışının hâkim olmasını başka türlü izah edemeyiz.

        PİŞMAN EDEN KOŞUŞTURMA

        Üzerinde durulması gereken çok daha önemli bir mesele var: Tescil konusu ile “anıt eser” yahut “korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı” olarak kaydedilecek binalarda tescilin hangi kıstaslara göre yapılacağı...

        Sahip oldukları binanın başına böyle bir “korunması gerekli bilmemne” derdi gelmiş olanlar gayet iyi bilirler! Ailenizden miras kalan yahut size neler yaşatacağını bilmeden kelepir diye satın aldığınız eski, cephe tahtalarının neredeyse tamamı dökülmüş, çatısı bile seneler önce uçmuş harabe hâlindeki ahşap evi elden geçirip bir hâle koyabilmek maksadıyla gereken izinleri alabilmeniz için en az beş-altı sene koşuşturmanız lâzımdır. Bu ev öyle konak yavrusu falan değil, iki-üç göz bir berhâne bile olsa, şayet tescilli ise izin almaya çalışmaktan perişan ve pişman olursunuz!

        Olursunuz, zira özellikle de İstanbul’da mimarî, kültür ve sanat bakımından hiçbir özellik arzetmeyen binlerce bina sadece “eski” oldukları için “tarihî eser” diye tescil edilmiştir! İznin senelerce çıkmamasının üzerine bir de mülk sahibinin restore edecek parasının olmaması hâlinde bina çatır çatır çöker, dağılır, virâneye döner ama arsasında yeni bir inşaat için izin çıkartabilmek de ayrı dert olur!

        Tescil meselesinde her eski binayı “tarihî” olarak görme merakının haricinde bir başka dert daha var: Mimarların kendi eserlerini “kültür varlığı” olarak tescil ettirme merakları ve koruma kurullarının bu yeni binaları talep doğrultusunda “korunması gerekli kültür varlığı” kapsamına almaları...

        Örnek mi arıyorsunuz? Taksim’in göbeğindeki AKM denen mezbeleye nazar buyurun! Açılışı 1969’da, yani bundan asırlar değil, sadece 48 sene önce yapılmış olmasına rağmen kullanılamaz hâle gelmiştir ama tescillidir; bu yüzden restorasyonuna da, yıkılmasına da izin verilmemekte ve şehrin merkezini kirletmektedir.

        KİREMİT VE AĞAÇ İZİNLERİ

        Yolcu Salonu’nu Koruma Kurulu’nun kararını yok sayarak yerle bir etmenin doğru bir hareket olduğunu söylediğimi düşünmeyin; zira kurulların uygulamalarına karşı olsak bile, hukuken mevcut bulundukları müddetçe verdikleri kararları tatbike maalesef mecburuz.

        Bugün yapılması gereken, artık kararların değil, kurulların ve koruma anlayışının gözden geçirilmesidir! Zira, Boğaziçi’nde deniz gören tescilli binalardaki eskiyen kiremitlerin değiştirilmesi yahut Topkapı Sarayı’nın avlusundaki ağaçların budanması için bile kurullardan izin alınmasını gerektiren mevcut sistem “koruma” olmaktan çıkıp herşeye “Hayıııır!” diyen ceberrutî bir mekanizma yaratmış ve tam bir çileye dönmüştür.

        Bütün bu sıkıntıların hal çaresi de, “koruma”nın “eskicilik” olmadığını idrak edebilmemizden geçer!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar