Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1982 yılının sonbaharında Hakkâri’nin eski adı Dêzê, değiştirilmiş adıyla Kırıkdağ Köyü’nde sürüsünü otlatmakta olan bir çoban, birden yağmura yakalandı. Bir kayanın oyuğuna sığındı. Yağmur iplik iplik yağıyordu. Canı sıkıldı, önündeki taşlarla oynamaya başladı. Elindeki taşı tam karşısında gördüğü, dümdüz bir duvarın çok yüksek bir yerine özellikle yapılmış bir deliğe doğru fırlattı. Tam isabet, attığı taş içeri girmişti. Hoşuna gitti. Bir taş daha aldı, onu da attı. Bu kez attığı taş metalik bir şeye çarpmıştı.

        Önce kulaklarına inanmadı, bir taş daha attı, evet attığı taşın değdiği şey kazan gibi bir şeydi.

        KAYAYA TIRMANDI

        Yağmur dinmişti. Merak etti. Deliğe tırmanmaya karar verdi. Yağmurun ıslattığı kaya tırmanılacak gibi değildi ama o düz kayadan daha inatçıydı. Uğraştı, didindi. Uzun sürenin sonunda mağaranın ağzına kadar tırmandı.

        Kafasını içeri uzattı. Karanlıktı ve küf kokuyordu. Kendini çekerek içeri girdi.

        Gözleri karanlığa alışınca ilk gördüğü, kocaman bakır bir kazan oldu. Mağaranın duvarları boydan boya ziftlenmişti. Duvarın dibinde kocaman bir sandık, sandığın üstünde cilt cilt kitaplar, yan yana dizilmiş haçlar, kocaman mumlar, bakır taslar ve bir sürü heykel... Bir heykelin üzerine giydirilmiş kara bir cübbe; işlemeli... Cübbenin yanında uzun bir asa... Hemen onun yanında kocaman bir vazo, yeşil renkli, üzeri işlemeli... Duvarın kenarına dizilmiş, başında püsküller bulunan mızraklar, çeşitli boylarda... Yan yana dizilmiş bir sürü küp...

        BÜYÜLENDİ

        Çoban küçük adımlar atarak odanın içinde gezinmeye başladı. Büyülenmişti. Korkusu daha da arttı. Bir kitaba elini attı önce. Mumyalanmış kalın cildin yapraklarını çevirdi, yapraklar deridendi. Ve üzerinde garip harflerle yazılar vardı. Kitapları bıraktı, bir heykelin önünde durdu. Bir insan figürüydü bu. Hiçbir şeye anlam veremedi. Kafasında belki de hiçbir zaman cevaplarını bulamayacağı bin bir soru belirdi. Bir küpün kapağını açtı, elini attı, eline çil çil altınlar gelmeye başladı. Var gücüyle bir çığlık attı:

        “Hazineeee! Hazineee!”

        Sesi mağaranın duvarlarına çarptı, yankılandı.

        Çığlığını kimseler duymadı.

        O sırada Hakkâri Lisesi’nde öğrenciydim. Kırıkdağ (Dêzê ) Köyü’nde deli bir çobanın bir mağarada büyük bir hazine bulduğu haberi tez yayıldı her yere.

        Hikâyeyi sonradan öğrendim. Meğer yaz başında, bir profesör başkanlığında, arkeologlardan oluşan bir Amerikalı heyet Ankara’ya gelmiş, askerlerden gerekli izni aldıktan sonra Hakkâri’de saklı olduğu sanılan Nasturilerin ruhani lideri Mar Şemun’un hazinesini aramak üzere küçük şehrimize gelmiş. Valilik devlet kurumlarına direktif vererek heyete gerekli kolaylığın sağlanmasını istemiş. Heyet gizlice araştırmaya başlamış. Ellerindeki haritalarla dağı taşı taramışlar. Mar Şemun’un ikamet ettiği Koçanis Köyü’nden başlamışlar işe. Daha sonra Tiyar Vadisi’ne gitmişler, oradan Kelêtan, Bêlat, oradan da Dêz, Cîlo, Baz, Welto köylerine. Bütün metruk ve daha sonra Müslümanların yerleştiği Nasturi köylerindeki mağaralara, gizli yerlere bakmışlar, bazı kiliselerin içini, bahçesini kazmışlar. 3 ay süren çalışma sonucu elleri boş, geldikleri gibi geri gitmişler. Hakkâri dağları, koyakları, derin vadileri Nasturilerin hazinesinin sırrını ele vermemiş.

        Heyetin bulamadığı hazineyi, yağmurdan kaçan deli bir çoban tesadüfen bulmuştu.

        BÖLÜŞÜM KAVGASI

        Çoban önce gelip köylülere haber vermiş. Köylüler, çil altınları kendi aralarında bölüşmüşler. Sıra, kitaplara ve diğer tarihi eserlere gelince, İran’dan buldukları bir kaçakçıya başvurmuşlar. Kaçakçı, hazinenin bulunduğu mağaraya gelerek, “Kitaplar sizin işinize yaramaz” demiş. Kitapların arasında bulunan ve dünyada sadece 3 örneği olan, ceylan derisi üzerine altın harflerle yazılı (muhtemelen Barnabas) İncil’i, köylülere 3 milyon lira vererek almış. Nasturilerin tarihini, geleneksel hayatlarını, kültürlerini anlatan elyazması değerli kitapları da almış kaçakçı. Geride sadece pek değeri olmayan birtakım roman ve hikâyeleri bırakmış. Bazı heykel ve figürleri, mumyalanmış külçe altınları da almış, ufak tefek değersiz şeylere dokunmamış.

        Kaçakçı gittikten sonra bölüşüm yüzünden köylüler birbirine girmiş. Çıkan silahlı çatışmada 3 kişi ölmüş, olay adliyeye intikal etmiş ve hazinenin bulunduğuna dair haber böylece duyulmuş.

        ‘Sapkın’ Patrik Nestorius sürüldüğü Mezopotamya’da taraftar topladı

        ÇOBANIN bulduğu hazine, 1660’lardan itibaren patriklik merkezini Diyarbakır’dan Hakkâri’nin Koçanis Köyü’ne taşıyan Nasturilerin, en son ruhani lideri Patrik Mar Şemun Benyamin’in hazinesiydi.

        Aslında hikâye çok eski bir hikâyedir. Kökleri 420’li yıllara uzanır. Bu tarihlerde İstanbul Patriği Nestorius, kendisinin Roma kilisesinden aforozunu getirecek, sapkın olarak nitelendirilip kiliseden kovduracak, o zamana kadar Hıristiyan dünyasında duyulmamış çok tuhaf, çok tehlikeli bir fikir attı ortaya.

        Şöyle ki: Ona göre, Meryem Tanrı’nın annesi değildi. Çünkü İsa’ya kutsal kelam geldiğinde, İsa 30 yaşındaydı. Demek ki, kelam geldikten sonra İsa tanrılaştı, bu durumda 30 yaşına kadar İsa insandı. İsa’nın “İnsan Tanrı” vasfına sahip olması 30 yaşından itibaren olmuş. O yüzden Meryem “Tanrı İsa”nın değil, “İnsan İsa”nın annesidir.

        Bu fikirle de yetinmedi Nestorius, “sapkın” fikrini daha da açtı: İsa’nın “Tanrı” ve “insan” kimliği birbirinden ayrıdır. Çarmıha gerildiğinde insan İsa’ydı, dolayısıyla azap çeken insan İsa’dır, Tanrı İsa değil...

        Bu fikirler Doğu ve Batı Roma kiliselerinde, o tarihlerde tam bir bomba etkisi yarattı. 431 yılında 3. Konsil Efes’te toplandı, uzun uzun tartıştılar ve sonuçta Nestorius’a “sapkın” teşhisini koyup “aforoz” edilmesine karar verdiler.

        Ve onu alıp Libya çöllerine attılar. Ama o burada boş durmadı, fikirleri Mezopotamya’da hızlı yaygınlaşmaya başladı. Diyarbakır, Nusaybin, Suriye ve Irak’ta kısa süre zarfında önemli bir taraftar kitlesiyle buluştu.

        Bölgede Nestorius’un fikirlerini benimseyen halka Keldani deniyordu. Asurluların devamıydı bu halk. Mezopotamya’da, özellikle dağlık bölgelerde yaşıyorlardı. Bu halk Hıristiyanlığı ilk kabul eden halktı. Yani Hıristiyanların seyitleriydi... Nestorius, kaynağı bulmuştu. Nasturi mezhebi, Mezopotamya coğrafyasında yaygınlaştı, oradan İran’a geçti, aradan geçen bin yıllık süre zarfında, Urmiye’den Musul’a, oradan Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Nusaybin, Hakkâri’ye kadar her yerde mezhep taraftar buldu. Bir süre sonra bu mezhebin mensuplarına “Nasturi” dendi.

        Ancak onlara rahat yoktu. Roma Kilisesi’nin kılıcı her yerde onları kovalıyordu. Özellikle bu mezhebin mensupları Urfa ve Suriye’de yoğun takibata uğradılar. Bir kısmı Katolik mezhebine geçti, geçmeyenler 1662’de ruhani ve dünyevi liderleri Mar Şemun Denha’nın önderliğinde yeniden örgütlenerek patriklik merkezini Diyarbakır’dan Hakkâri’nin Koçanıs Köyü’ne taşıdılar.

        Sığınacakları sarp bir yer bulmuşlardı. Kuş uçmaz, kervan geçmez, dağların kuytuluklarına saklanmış, arasan bile zor bulunur bir yerdir bu köy... Buraya yerleşen patriklik, daha sonra tekmil Keldani halkının en büyük kilislerinden birisi olan Doğu Kilisesi’nin temellerini burada attı.

        Aşireti sağ-sol diye bölüp yönetmeye başladılar

        O tarihlerde Hakkâri özerk bir beylikti. Mirlik sistemiyle yönetiliyordu. Abbasi beylerinden gelen Hakkâri mirleri, geniş bir coğrafyada kendilerine özgü bir yönetim sistemi kurmuşlardı.

        Hakkâri Kalesi’nde oturuyor, Başkale’den Musul’a, kuzeyde Çatak’tan Cizre sınırına kadar geniş bir alana hükmediyorlardı. Hakkâri’de, o tarihlerde bile, günümüze kadar süren iki büyük aşiret konfederasyonu vardı. Ertoşi ve Pinyanışi aşiretleri... Mirler, birbirine düşman olan, birbirine kız alıp vermeyen, sadece mirlik sistemine halel gelmesi durumunda bir araya gelen bu iki büyük aşireti sağcı ve solcu aşiretler diye iki kola ayırıp öyle yönetiyorlardı. Pinyanişi Aşireti sağcı (baska rast), Ertoşi Aşireti solcuydu (baska çep).

        EN BÜYÜK MAR ŞEMUN

        Aynı sistem Nasturi aşiretleri için de geçerliydi. Hakkâri’deki Nasturiler, Tuxîbîler ve Tiyariler diye iki büyük aşiret konfederasyonuna ayrılmışlardı. Tuxibiler tıpkı Müslüman Kürtler gibi “sağcı”, Tiyariler “solcu”ydu. Zaman zaman, iki büyük Müslüman Kürt aşireti birbiriyle savaşa tutuşunca, sağcı Nasturiler sağcı Kürtlerin yanında, solcu Nasturiler de solcu Kürtlerin yanında savaşa katılırlardı. Bütün Nasturilerin hem dünyevi hem de ruhani lideri Mar Şemun’du. Mar Şemun’un otoritesi katiydi ancak aşiretler kendi kendini yönetmek için birer “melik” seçerlerdi. Mar Şemun’dan sonra melikler gelirdi. Meliklik babadan oğla geçerdi ancak birden fazla oğul talip olursa eğer bu kez bugünkü seçime benzer bir seçim yapılırdı. En fazla oy alan, melik olurdu. Seçilen melik, her köyün reisini atardı. Hem dünyevi hem de ruhani lider olan Doğu Kilisesi’nin patriği ise, aşiret liderleri olan melik ve piskoposların katılımıyla seçilirdi.

        BİNLERCE YIL KAÇTILAR

        Kökleri 420’li yıllara dayanan Nasturilerin yaşamı kaçak yaşama dayanıyor. Mezhep mensupları ölümden kaçmak için ıssız bölgeleri tercih etti.

        180 YIL MÜSLÜMAN KÜRTLERLE BARIŞ İÇİNDE YAŞADILAR

        NASTURILER; Tiyar, Tuxip, Cilo, Baz, Dêz, Welto, Talê gibi köylerin bazılarında Müslüman Kürtlerle beraber yaşarlardı. Kimse kimseye karışmaz, kiliseleri camilerin yakınında, herkes kendi ibadetini eder, ekip biçme zamanlarında imece usulüyle birbirine yardım eder, birbirlerinin düğünlerine, cenazelerine giderlerdi.

        ÇOK ACILAR ÇEKİLDİ

        19. yüzyılın ortalarında Hakkâri bölgesinde, 200 kadar Hıristiyan köyünde yaşayan Nasturilerin toplam nüfusu 100 bin kadardı.

        Doğu Kilisesi’nin Hakkâri’ye taşındığı 1662 yılından 1843 yılına kadar, Müslüman Kürtlerle Nasturiler, zaman zaman ufak ufak sürtüşerek, ama çokça sulh içinde yaşadılar.

        1843’ten 1918’e, oradan da tamamının tehcir edilmelerini getiren 1924 yılına kadar geçen süre zarfında çok kanlar döküldü, çok acılar çekildi.

        Bir halkın çektiği azabın hikâyesi 1843 yılında başlar aslında.

        OSMANLI’YA İSYAN

        1847 yılında Osmanlı’ya başkaldıracak, isyanı kısa bir süre zarfında Kürdistan coğrafyasının önemli bir kısmına yayılacak, daha sonra derdest edilip 11 karısı, 99 çocuğu, 3 bin aşiret mensubuyla birlikte Dersaadet’e götürülecek, oradan da Girit Adası’na sürgün gönderilecek, Girit’te 11 yıl kaldıktan sonra Şam’a gidecek ve orada vefat edecek olan Cizîra Botan Beyi Bedirhan Bey, 1843 yılında 9 bin kişilik bir orduyla, Nasturilerin yaşadığı Hakkâri’nin Tiyar bölgesine büyük bir sefer düzenledi. İngiliz kaynaklarına göre yaklaşık 10 bin Nasturi’yi katletti, sağ kalanların büyük bir kısmı esir alındı, kadınları cariye yapıldı, binlercesi de canını kurtarmak için Musul’a sığındı. O tarihlerde Nizip savaşında uğradığı yenilginin travmasını atlatamamış olan Osmanlı Devleti’nin katliamı durduracak gücü olmadığı gibi, zapt etmekte güçlük çektiği Kürtlerle Nasturilerin birbirini yemesi biraz da işine geliyordu. Zaten birkaç sene önce Tanzimat Fermanı ilan edilmiş, artık “gâvura gâvur denmeyen” yumuşak ortamı fırsat bilen İngiltere de Nasturileri önce kışkırtıp sonra onlara babalık yaparak bölgenin hâkimi olma sevdasındaydı.

        YARIN: BEDİRHAN BEY’İN BÜYÜK NASTURİ KATLİAMI

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar