Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yakın bir zamanda, Fransa’da vefat eden Nazım Hikmet’in oğlu Mehmet Nazım; kudretli şair onu ve annesini, yani dayısının kızı, nikahsız eşi Münevver Andaç’ı bırakıp Plekhanov adında bir Romen gemisiyle Rusya’ya kaçtığında, henüz üç aylıktı.

        Ölüm ilanında resmi yoktu Mehmet’in, onun yerine ünlü Amerikalı oyuncu Gary Cooper’ın fotoğrafı vardı.

        Doğru düzgün bir fotoğrafını bir yerlerde gören de pek azdı zaten.

        Ölümünün ardında yazılanlara bakılırsa, Mehmet Nazım ölünceye kadar babasına küs yaşadı. Topu topu 15 gün beraber olmuşlar. Onun hakkında hiç konuşmadı. Bunun böyle olmasında annesinin etkisi olduğu söyleniyor.

        *

        Daha sonra Paris’e yerleşip Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un eserlerini Fransızcaya çeviren Münevver Andaç, oğlunu nasıl yetiştirdiyse veya büyüdükçe kendisini terk eden babasına nasıl bir kin beslediyse çocuk; Nazım Bulgaristan’ın Varna şehrine gelip oradan;

        "Karşı yaka memleket,

        sesleniyorum Varna’dan,

        işitiyor musun?

        Memet! Memet!

        Karadeniz akıyor durmadan,

        deli hasret, deli hasret,

        oğlum, sana sesleniyorum,

        işitiyor musun?

        Memet! Memet!”

        diye var gücüyle bağırmasına rağmen, Mehmet o sesi hiç işitmedi. Nazım orada feryat figan bağırırken Mehmet galiba çoktan kulaklarını kapatmıştı o feryada.

        *

        Babanın oğlu öldürmesi teması doğu masallarının, efsanelerinin ana temalarından birisidir, Rüstem ile Sührap masalı meşhurdur bilirsiniz. Peki ya oğul babayı öldürürse... İşte o pek rastlanan bir durum değildir doğuda, daha çok Oidipus efsanelerinde rastlanır bu duruma.

        Babayı içinde öldürme ise modern edebiyatın konusu bizde... Misal Cemal Süreya; aşık olduğu kızla evlenmesine izin vermedi diye bir şiirle öldürdü babasını içinde. “Sizin hiç babanız öldü mü” diye sordu ve ardından “Benimki öldü, kör oldum” dedi.

        Oysa bu satırları yazdıktan dört sene sonra babası öldü şairin.

        Mehmet Nazım şair değil, ressamdı. İçinde babasını öldürürken “kör olduğuna” dair bir resim yaptı mı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var; hiçbir baba kendi hayatını üç aylık çocuğunun hayatının üstüne koymaz. Eğer üç aylık bir bebeği varsa, sadece kendi canını kurtarmak için onu sonsuza kadar babasızlığa mahkum ediyorsa, işin içinde evladın bile üstüne konulan, körü körüne bağlanılmış bir inanç, bir ideoloji meselesi vardır mutlaka.

        Nazım Hikmet Rusya'da, başucunda oğlu Mehmet'in fotoğrafları...
        Nazım Hikmet Rusya'da, başucunda oğlu Mehmet'in fotoğrafları...

        *

        Nazım Hikmet, şimdi “solcuyum” diye bas bas bağıran CHP’nin iktidar olduğu yıllarda aralıksız hapis yattığı on üç yıl sonra çıkacak af kanununda kapsam dışında tutma eğilimi belirince açlık grevine yatmış, daha sonra Demokrat Parti iktidara gelmiş, çıkan bir afla dışarı çıkmış, bu sırada Piraye’yi terk edip Münevver’le nikahsız yaşamaya başlamış, Münevver Mehmet’e hamileyken annesi Celile Hanım’ın Bahariye’deki ahşap köşküne yerleşmişti.

        Yakın dostlarından rahmetli Vedat Günyol’dan dinlemiştim.

        Nazım’ın memleketten kaçma planları yaptığını kimse tahmin etmiyordu.

        Çünkü hapishaneden çıkınca evine buzdolabı almıştı!

        Milli Emniyeti şaşırtmayı amaçlıyordu belli. Zira o yıllarda kim yeni aldığı buzdolabını bırakıp başka bir yere kaçabilirdi ki!

        Hapishaneden çıktıktan sonra ellisine merdiven dayamış şairi askere almak istiyorlardı.

        Doktorlar, askere giderse “ölür” diyordu.

        Galiba kaçış fikri bu sırada aklına düşmüş olmalı.

        *

        Hiçbir sürgün, sürgünü son yolculuk olarak görmez.

        Geçici bir ayrılıktır sürgün bir siyasinin fikrinde.

        Nazım da giderken, kısa bir süre sonra dönmeyi hayal ediyordu. Çünkü “güneşli güzel günler” vaat etmişti halkına ve giderse bile pek yakında “motorları maviliklere sürmek” üzere geri gelecekti.

        Gelemedi.

        Stalin cehenneminde bedeni ancak 12 yıl taşıdı İnönü hapishanelerinde hasretten teklemiş kalbini.

        “Cennet” diye bildiği Sovyetlere ayak bastığında her yerin, “taştan, bronzdan, alçıdan yapılmış O’nun çizmeleri altında” olduğunu gördü. Kendisi için düzenlenen bir “hoş geldin” yemeğinde, Stalin için her yerde “güneşimizsin” demeyi ona hakaret olarak gördüğünü söyleyerek, “Stalin yoldaşın böyle bir şeye katlanabilmesini aklım almıyor” dedi.

        Bir anda oturduğu masadan herkes kalktı. Neredeyse tek başına kaldı. Onun şiirlerinde hayalini kurduğu düzenin böyle olması aklını almıyordu!

        Ah romantik komünist şair ah!

        Anında ölüm fermanı bir yerlerde yazıldı ama ünü dünyayı sarmış bir şair olması ile hemen birkaç ay sonra Ulu Önder Stalin’in ani ölümü canını kurtardı.

        Yoldaşları onu öldüremedi ama kalbi yoldaşlarının isteğini yerine getirdi.

        (Yıllar sonra Nobel Edebiyat Ödülü'nü alacak olan Sovyet vatandaşı Svetlana Aleysiyeviç, “Komünist bir ülkede yaşamadan komünist olmak çok kolaydır” sözünü söyledi.)

        *

        Belirli bir düzeni olmayan, her defasında aradığım kitabı bulmak için uzun uzun uğraş verdiğim, bulunca da dünyanın en büyük mutluluğunu yaşadığım, bu mutluluktan mahrum olmamak için düzensizliğine dokunmadığım kütüphanemin önünde durmuş eşeleniyordum.

        Bir anda rahmetli Refik Erduran’ın “Gülerek, Gençlik Anıları” kitabı geldi elime.. Raftan aldım, 1987 tarihli, ortasında Erduran’ın bir gençlik fotoğrafının yer aldığı kitabın beyaz kapağı kirlenmişti, büyük bir şefkatle okumaya başladım.

        *

        Refik Erduran nevi şahsına münhasır bir adamdı. 1987 yılında Güneş’te gazeteciliğe başladığımda o da aynı gazetenin yazarıydı. Ben işe girmeden birkaç ay önce aynı gazetede Mehmet Barlas’ın önerisi üzerine gençlik anılarını yazı dizisi haline getirince, arada geçen Nazım Hikmet’in yurt dışına kaçma hikayesi bir anda bir bomba gibi patladı.

        O zamana kadar hemen hemen herkesin büyük bir “komünist operasyonu” olarak gördüğü Nazım Hikmet’in meşhur kaçış öyküsü meğerse genç bir delikanlının başının altından çıkmış, her ayrıntısıyla tek bir kişi tarafından planlanmıştı. İşin içinde ne esrarengiz KGB, ne de sinekten yağ çeken TKP vardı.

        Nazım’ın kız kardeşi Melda Hanım’la o sırada evlenmiş olan Refik Erduran, askerdeyken izinli geldiği bir dönemde her şeyi düşünmüş, Nazım’a fikrini söylemiş, Nazım da, Erduran’ın deyimiyle “devrimcilik oynayan birtakım aydınlar” dediği “arkadaşlarına” danışmasıyla plan uygulamaya konulmuş, Bulgaristan’a kaçmak üzere bindikleri sürat teknesinin yoluna Boğaz çıkışında Plekhanov adlı bir Romen şilebinin tesadüfen çıkmasıyla işler rast gitmiş, büyük bir sinir harbinin sonucunda Nazım şilebe alınmış, Refik Erduran da İstanbul’a geri dönmüş, birliğine gidip teslim olmuş, ardından da Kore’ye giden askeri kafileye katılmıştı.

        *

        Yazı dizisi 1 Şubat 1987 yılında yayınlamaya başlayınca ortalık yere adeta bir bomba düştü. Herkesin ezberi bozuldu. Bombayla birlikte bir de balon patladı. Hiç kimsenin bu hareketi beklemediği, çoğu kişinin bırakın devrimci olmayı, solcu bile saymadıkları bir “küçük burjuva yazarı” meğerse bu memlekette yapılacak en büyük devrimci eylemi yapmıştı.

        Aylarca basın bu meseleyi tartıştı, Nazım’ın memleket dışına kaçış hikayesi bütün ayrıntılarıyla orta yere döküldü, bir sır perdesi aralandı.

        *

        Hikayenin kendisi tuhaftı. Ama daha tuhaf olanı, Refik Erduran’ın bu büyük sırrı tam tamına 35 yıl boyunca büyük bir sabırla, ustalıkla saklamış olmasıdır.

        Kitaptan öğrendiğime göre meğer Refik Erduran’ın sırrına ilk olarak Yaşar Kemal vakıf olmuş. 1960’lı yılların başında Paris’te Nazım’la konuşurken, meğer Nazım, Refik Erduran’ın onu kaçırdığını söylemiş büyük romancıya, o da hafiften Hasan Pulur’a sezdirmiş. Hasan Pulur da Abdi İpekçi’ye anlatmış. Abdi Bey, ölümünden birkaç gün önce Refik Erduran’a tatlı bir gülümsemeyle sırrını bildiğini ihsas etmiş ve hemen arkasından gazetecilik iştahıyla;

        “Ne dersin, patlatalım mı?” diye sormuş.

        O günün koşullarında o sorunun gündeme getirilmesini toplumdaki gerginlikleri büyüteceğini düşünen Erduran, “Yapmayalım” demiş..

        Abdi Bey de bir daha bu konuyu gündeme getirmemiş.

        Daha sonraki yıllarda Erduran’ın nereden öğrendiğini bilmediği Çetin Altan ve Mustafa Ekmekçi’nin de meseleyi bildiklerini öğrenmiş.

        Ama ikisi de dillerini tutmuşlar.

        Yaşar Kemal, Hasan Pulur, Abdi İpekçi, Çetin Altan ve Mustafa Ekmekçi bu çok kıymetli bilgiyi, hepsi gazeteci olduğu halde yıllar yılı kimseyle paylaşmamışlar, ta ki Refik Erduran sırrı bizzat faş edinceye kadar!

        *

        Refik Erduran, bombanın pimini çektikten sonra bir yemekte işadamı Selahattin Beyazıt’la yan yana düşmüş. Beyazıt anlatmış ona.

        Nazım’ın pasaportsuz Rusya’ya kaçtığı haberi duyulduğu sırada Başbakan Adnan Menderes’in yanındaymış Selahattin Bey.

        Menderes önce şaşırmış, bir süre düşündükten sonra “İyi oldu” demiş.

        *

        Nazım şilebe bindiğinde, Refik Erduran’ın kulağına, eşi Münevver’e iletilmek üzere bir “müjde şifresi” fısıldamış. Şifre şuydu:

        “Süt şişesinin kapağı uydu.”

        Türkçenin en güzel dizelerini yazmış olan o koca şair, gidişini bu kadar basit bir cümleye dönüştürmüş, ardından da 1961 yılında yazdığı “Otobiyografi” şiirinde de kendisin kimin kaçırdığını şu dizeyle ihsas etmişti bize:

        “951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün.”

        *

        Nazım Hikmet Moskova’da öldüğünde, oğlu Mehmet 12 yaşındaydı.

        Oğlu Mehmet Nazım Paris’te öldüğünde, babasından 6 yaş büyüktü.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar