Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Mardin’de durup ovaya bakınca, herkesin içinden geçer mi bilmiyorum, ama benim içimden geçen ilk şey uçma isteği oluyor. Kanatlarım olsa, buradan salsam kendimi, ovanın sonsuzluğuna karışsam, kuş olsam...

        Kendisini görmeden önce şiirini okumuştum Murathan Mungan’dan. Has bir şairden, şiirin hası yüklenip gelmiş, ondan çok uzakta, hepimizin ortak şehri İstanbul’da bulmuştu beni.

        Yıllar sonra defalarca gittim. Her defasında bu şehir hep “taşın, aşkın şiiri” olarak durdu karşımda.

        Sonra günün birinde Orhan Pamuk’la birlikte düştü yolumuz bu şehre. Sokaklarında gezerken, nedense ikimiz de Murathan Mungan’ın büyüdüğü, kitaplarında anlattığı konağı ararken bulmuştuk kendimizi. Bütün konaklar birbirine benziyordu sanki ama hiçbiri bir diğerinin aynı değildi.

        Büyük romancı bir yokuşun dibinde durmuş, “Çocukluğu bu yokuşlarda geçmiş bir insanın hayatında hep yokuş olur” gibi ancak bir büyük romancının edebileceği bir laf etmişti.

        Bir büyük yazardan, başka büyük yazara bir hediye mi desem, ne desem bilmiyorum...

        *

        Geçen cuma günü Başbakan Ahmet Davutoğlu’yla gittiğimiz Mardin, yine aynı Mardin’di. Ovanın ufkuna bakarken yine uçma isteği, yine taşın sabrı, yine zamana meydan okuyan mekânın ferahlığı...

        Davutoğlu’nun Artuklu Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada söylediği, “Alparslan’ın ordusunda Kürt, Selahaddin Eyyubi’nin ordusunda Türk olmak” sözü aklımın bir köşesinde Ulu Cami’nin avlusunu dolduran kalabalığa daldım.

        Yüzüyle konuşanların memleketidir biraz da Mezopotamya... Alınlarına düşen çizgiler, yaşanmışlıkları anlatır bize. Gözler dilin yerine geçer bazen, bazen uzatılan damar damar bir el anlatır anlatacağını...

        İnsan aynı insan, mekân aynı mekân... Değişen dünyanın gidişatı sadece... Şu anda da olsa aynı insanlar aynı komutanların ardına dizilir yine aynı imanla...

        Belki de Mardin’in hâlâ hepimiz için, Türkler için, Kürtler için, Araplar için, Süryaniler için aynı şeyi ifade ediyor olmasının sırrı budur. Çünkü Mardin gibi sembol şehirler sadece bir kısmımıza ait değil, belki biraz da bu yüzden aslında yurt hepimizin yurdu.

        Davutoğlu’nun konuşmasında sözünü ettiği, yıllar önce rahmetli Oğuz Atay’ın, erken ölmeseydi eğer bir romana isim yapmayı düşündüğü “Türkiye’nin Ruhu” da bu değil mi?

        Böyle olmasaydı, Ulu Cami’nin avlusunda rastladıklarım, sonra sokaklarda gezerken, dükkânlara girip çıkarken, esnafla konuşurken, lokantada yemek yerken, kahvede çay içerken karşıma çıkan istisnasız herkesin, son aylarda memleketin bu cenahında, insanların yakasına bela gibi yapışmış olan “lanete” dair söylediği şeylerin tek cümlelik bir “siteme” dönüşmesinin izahı pek mümkün olmazdı.

        Rastladığım herkes, ama istisnasız herkes olup bitenlerden rahatsızdı.

        Yani hiç kimse karşıma geçip, “Bizim çocuklar o çukurlarda kahramanca direniyor, yakında TC’nin zulmünden bizi kurtaracaklar” diye bir kelam etmedi.

        Hiç kimse o çukurlarda debelenmeyi bir “direniş” olarak görmüyor çünkü.

        Hiç kimse işgal edilmiş o mahallelerdeki asayişsizliği “devrimci halk savaşı” olarak nitelendirmiyor.

        Herkes olup bitenden dolayı üzgün, çaresiz ve rahatsız.

        Başımıza bu belaları saranları affetmeyeceklerini söylüyorlar.

        “Huzurumuzu bozanlar, iki yıllık bir barış dönemini bize çok görenler, Allahlarından bulsunlar” diye beddua edenlere bile rastladım cuma günü Mardin sokaklarında.

        *

        Çok değil, geçen yıl yaz başı gitmiştim yine bu şehre.

        Mardin’de adeta bir şenlik vardı. Otellerde yer yoktu, merkezde otellerde yer bulamadığımız için Midyat’ta konaklamıştık. Turizm canlanmış, kafileler halinde insanlar o sokaklarda geziyor, esnaf mutlu, halk memnun, Mardin sevinçliydi.

        Şimdi gidin sorun; hiç turist yok. Otellerin hepsi bomboş. Emlak fiyatları dibe vurmuş, şehirden kaçıp İstanbul’da rızkını aramayı düşünüyor insanlar.

        Bütün bunlara sebep, kimsenin bir anlam veremediği, kimsenin neden yapıldığını hâlâ öğrenemediği ve hiçbir zaman öğrenemeyeceği “devrimci halk savaşı”...

        Lokantada yemek yerken, birisi kulağıma eğildi ve Kürtçe, “Daxwaza va çiye?” (Bunlar ne istiyor) diye sordu.

        Ah bir bilsem!

        İstedikleri şey her ne ise, ağzıyla söylemek varken, onu bir Kalaşnikof’a, kahpe bir mayına, uzun namlulu bir silaha veya etrafa kazılmış bir çukura söyletmek niye?

        Gerçekten de niye?

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar