Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SOĞUK Savaş’ın çetin dönemi 1970’li yıllarda söylem dilimize sıkı bir şekilde yerleşmişti.

        Aslında kökeni çok daha eskiye, 1622’deki Roma Kilisesi’ne uzanır.

        Latince’deki “yayılacak şeyler” anlamından yola çıkan Roma Katolik Kilisesi Kutsal Meclisi, “Sacra Congregatio Christiano Nomini Propagand” veya kısaca “propaganda fide” olarak anılan Hıristiyanlığı yayma faaliyetini başlattı.

        O gün başlayan adımın asıl uygulaması Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşandı.

        ABD Başkanı Wilson’ın memur ettiği gazeteci Walter Lippman ile halkla ilişkilerin babası kabul edilen Edward Bernays, uyguladıkları propaganda yöntemleriyle İngiliz halkını Washington’un yanında savaşmaya ikna etti.

        İkinci Dünya Savaşı’nda da Alman Nazi örgütlenmesinin başındaki Goebbels en iyi uygulayıcısıydı.

        Bir de yanına Fransızca’da “kışkırtma” anlamına gelen “ajitasyon” eklendi.

        Kitleleri etkileme ve algı oluşturma, kamuoyu yaratma sanatının aygıtları haline geldi.

        Soğuk Savaş bitince ortadan kalktığını, en azından versiyon değiştirildiğini sanıyordum.

        Ama o dönemin en iyi uygulayıcı yönetim kadrolarının hâlâ yaşıyor olduklarını ve geçerliliğini sürdürmeye devam ettiğini atlamışım.

        Sözünü ettiğim, Kobani’de savaşmaya giden peşmergelerin silahlarını taşıyan ve Türkiye’ye girdikten sonra her bir ilçede gösterilerle karşılanan konvoy...

        PARADOKSLAR...

        Tam anlamıyla bir paradokslar bütünü içinde gerçekleşen ajitasyon propaganda süreci...

        Sıralayayım...

        * 2 ay olmadı; Kerkük, Şengal, Tuzhurmatu, Mahmur’da IŞİD’e karşı gelemediği için İran’dan ve PKK’dan yardım isteyen, canını onların sayesinde kurtaran sanırsınız ki bu peşmerge değildi.

        * Toplam 152 kişinin gidişini gören de sanır ki Suriye’yi kurtaracak ordu gitti...

        * Oysa peşmerge de kolay gitmedi. Başlangıçta ne Barzani istedi ne de Kobani’de sıkışıp kalmış PYD. Ama sonunda her ikisi de mecbur kaldı.

        * Türkiye, “Bizim için terörist PKK neyse PYD de odur” dedi, ama topraklarından silah gidişine bizzat refakat etti.

        * Benzer durum koalisyon güçleri için de geçerli. ABD’nin iki sözcü kızı aylardır, “Suriye’ye bir ülke askerinin girmesini istemiyoruz (No boots on the ground)” diye yırtınıyor. Ama Irak Anayasası’na göre ülkenin askeri kabul edilen peşmergenin botunu bottan saymıyor.

        * Kobani’ye giden güçlerin görevi IŞİD ile savaşmak. Türkiye de bu amaçla Özgür Suriye Ordusu’nu destekliyor, Kobani’ye geçişini organize ediyor. Ancak yine Türkiye sınırında olan Kobani’nin 50 km doğusundaki Telabyad ile 30 km batısındaki Cerablus’un IŞİD’in merkezi olduğu niye görülmüyor?

        * IŞİD, Kobani’den çıkarıldıktan sonra koalisyon güçlerinin kararı doğrultusunda bu güçlerin Karakozak, Sırrin, Cerablus, Minbiç ve Rakka’ya da gidip gitmeyecekleri bilinmiyor.

        * Bir zamanlar Kerkük ve Musul’da yaşandığı gibi o bölgedeki Türkmenleri kimse anmıyor.

        Başta da belirttiğim gibi bölgedeki her unsur propaganda ve ajitasyonun dibine vuruyor; biri kanton, diğeri devlet, öteki egemenlik kurmak için uğraşıyor.

        Özetle, bütün hesaplar savaş sonrası bu topraklara kimin egemen olacağı sorusunda yatıyor.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar