Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yolculuğun kendisi varış noktasından daha önemlidir” diye noktalıyor Cengiz Çandar, İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Mezopotamya Ekspresi”ni... Kendi deyimiyle o eksprese 1970’lerde Beyrut’tan binmiş Çandar. Daha önceleri Filistin kamplarında gerilla eğitimi alanbir gençlik lideri...

        Beyrut’ta Suriyeli Kürtler, sonra Irak tarihinin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani ile tanıştırmışlar. Çandar da yıllar sonra onu Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile karşıkarşıya getirip bir anlamda Kürt sözcüğünün tabu olmaktan çıkarılmasına ön ayak olmuş. Birdönem Özal’ın da danışmanlığını yapmış, yaşamı boyunca Ortadoğu’nun tarihine tanıklık etmişbir gazeteci Cengiz Çandar.

        Bu arada unutmadan eklemeliyim. Tam ayrılırken aklıma takılan bir soruyu sordum. Koca kitap onun yaşadıklarını, tanıklıklarını anlattığı halde neden Cengiz Çandar ön planda değildi: “Koskoca bir dönemin, bir sürü halkın serüveni var orada” dedi. “Birey olarak ben neyim ki. İnsanın haddini bilmesi lazım.”

        Hayatının atardamarında siyaset akan bir Cengiz Çandar tanıyoruz ama sizi tanımıyoruz.

        Siyaseti bir kenara bırakınca kimdir Cengiz Çandar?

        Sosyal medyada hakkında yazılanları bile okuduğu zaman hayrete düşen bir Cengiz Çandar’ım. Ama kısaca özetlersek, yufka yürekli, arkadaş canlısı, hem gönlü hem bedeni kıpır kıpır bir insanım.

        Karşınızda benim de bedenim kıpır kıpır... Ama korkudan.

        O niye?

        Hem TV’de hem burada her an kavgaya hazırmış hissi uyandırıyorsunuz, gerilla gibisiniz...

        Gibisi yok. Öyleydim zaten.

        Oraya geleceğim de, evde de böyle misiniz?

        Yok canım... Tuba (Çandar) da zaten sizin söylediğiniz bu çelişkiye çok şaşırır. Gerçekten çok yufka yürekli biriyim ama sormadan söyleyeyim, ev işlerine pek katkıda bulunmam.

        Kazan kaldırırım ama yemek yapmam” diyorsunuz yani...

        Yok ama yemesine bayılırım. Tuba ile sürekli konuşur, tartışır ve beraberliğimiz hiç bitmeyecekmiş gibi yaşarız.

        Tuba Hanım ilk aşkınızmış...

        Platonik olanları saymazsak öyle. Üniversite döneminden beri birlikteyiz. Tam evlenecektik ki 12 Mart geldi çattı...

        Eksprese ilk “bileti” o zaman aldınız galiba.

        Evet, Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldım.

        Filistin’deki gerilla kamplarına yolculuk ve yepyeni bir kimlik...

        Orada Zekeriya oldum ama yine bendim canım. (Gülüyor...) İsim değişti sadece.

        Niye Faysal veya Ahmet değil de Zekeriya?

        Şam’da Bağdat Caddesi’nde Zakaria diye bir diş hekiminin tabelası dikkatimi çekerdi, Zekeriya’yı kod ismi almak fikri ilk orada aklıma takıldı.

        Tuba Hanım “Zekeriya” ile haberleşiyor muydu?

        Gittiğim coğrafyayı biliyordu ama yıllarca benden haber alamadı. Zaten dönemin ideolojik algılaması ve güvenlik nedeniyle hiç kimseyle iletişim kuramadım. Ne Tuba, ne annem, ne babam, ne kardeşim...

        TUBA 8-9 KİŞİLİĞE BÜRÜNÜP MAHVEDER ADAMI’

        O’nun için “Hayatın bana armağanı” dediğiniz doğru mu?

        Bizimki evlilik sözleşmesiyle yapılmış basma kalıp bir anlaşma değil. Düşün, 69’dan bu yana kaç yıl geçmiş. Aynı dinamizm, aynı coşku ve düşünsel oluşumlardan süzülerek geldik bugünlere.

        Birlikte büyüdünüz yani...

        Herkes kendisidir ama Tuba benim için kendimden daha da öte biri. Hayat yolculuğunu birlikte yaptığım, ruhum ve bedenime dönüşmüş bir varlık. Bunlar benim düşüncelerim, umarım o da benim için aynı şeyleri hissediyordur.

        Sizi bu kadar kendine bağlayan bir kadın ne burcu?

        İkizler. “İkizler için 2 ruhlu” derler ama Tuba bir anda 8-9 kişiliğe bürünüp mahveder adamı. Ama ben eğitimliyim kardeşim de, rahmetli annem de İkizler’di. Benim en amansız, en sert, en affetmeyen eleştirmenimdir. Öyle düşündüğün gibi havada sürekli çiçekler uçuşan bir ev halimiz yok. O daimi olarak eleştiriyor, bense direniyorum.

        Sözünü dinletiyor yani...

        Hararetli tartışmalar hali; doğru söylediğini biliyorum, bilinçaltıma kaydediyorum eleştirileri, ama asla teslim olmuyorum. Yine burnumun dikine gidiyorum.

        Kitapta da Tuba Hanım’ın emeği çok...

        Büyük emeği var hem de. Turgut (Özal) Bey ve Tuba hayatımda en önemli rolleri olan insanlardır. Bir gün Turgut Özal, Semra Hanım’dan bahsederken “Semra sürekli olarak bana ‘Ben sana söylemiştim, dinlemedin ama ben haklı çıktım’ der ama ben bildiğimi okurum” demişti. Bizim Tuba ile ilişkimiz de biraz Turgut Bey ve Semra Hanım’ınki gibi işte.

        Özal sizi danışmanı yaptığında kendisine “Bu komünisti nereden buldun” demişler...

        Kesin demişlerdir ama ben duymadım.

        Öldürüldüğüne inanıyor musunuz, Turgut Bey’in?

        Hayır.

        Ama Semra Hanım inanıyor...

        Başlangıçta o da inanmamıştı, şimdi inanıyor. Ona saygı duyuyorum ama ben aynı fikirde değilim.

        Nasıl tanıştınız Turgut Bey’le?

        Devlet Planlama Teşkilatı’nın müsteşarı olarak “takunyalı kardeşler” diye ün yaptığı 60’lı yıllardan beri adını duyardım ama ilk kez Anavatan Partisi’nin kuruluş günlerinde karşılaştık. O zamanlar Cumhuriyet’te çalışıyordum, gazeteyi ziyarete gelmişti.

        Bu kadar ters iki siyasi görüş...

        Ters bile değil. İlgilenmiyorum, çünkü kafamda böyle bir isim için ayrılmış bir yer yoktu. Sadece el sıkıştık.

        Peki ya daha sonra?

        ANAP’ın düzenlediği bir iftar yemeğine gittim. Bir baktım Mesut Yılmaz... Mesut hem okul hem askerlik arkadaşımdır. Meğer partinin kurucularındanmış. Muhabbet ederken Turgut Bey geldi masaya. Yine pek ilgilenmedim. Sonra Suriye ziyaretinde çok daha yakından tanıdık birbirimizi...

        ÖZAL’DAN GECEYARISI TELEFONU

        Yıllarca ilgilenmediniz, ama gün geldi danışmanı oldunuz...

        Telefon geldiğinde gece yarısıydı. Güneş Gazetesi’nden istifa etmiştim. “Neredesin” diye sordu; Ankara’da olduğumu söyleyince “Hemen kalk gel” dedi.

        Gecenin o saatinde...

        Turgut Bey asıl o aralar arardı zaten.

        Korkmadınız mı?

        Yok canım, zaten daha önce diyalogumuz gelişmişti. Gidip geliyordum yanına.

        İnsan paniklemez mi Cumhurbaşkanı o saatte “Kalk gel” deyince?

        Yok. Zaten daha sonraları “önemli” insanlardan tırsmamayı onun sayesinde öğrendim. Unvan olarak çok ünlü şahsiyetlerle karşılaştığım zaman hiç özel heyecanlar yaşamadım. “Ben Türkiye Cumhurbaşkanı’na bu kadar yakın adamım” diye düşündüm hep. Neyse, o saatte kalktım gittim. Benim de hem zihnim hem enerjim Turgut Bey gibi gece yarısı saat 3-3.30’a doğru canlanır zaten.

        Kurt adam gibisiniz maşallah!

        Belki de öyleyimdir.

        TURGUT BEY ‘HAYIRLI OLSUN ŞEKERİM’ DEDİ VE BAŞLADIM’

        Ne konuştunuz? Herhalde “Canım sıkıldı gel kahve içelim” demedi.

        “İstifa etmişsin gazeteden, bir angajmanın var mı” diye sordu. “Hayır yok” dedim.

        Sonra?

        Ondan “Hamili kart yakinimdir” diye bir yazı rica ettim.

        Pardon?

        Amerika’da önemli düşünce kuruluşlarından birine gitmek istiyordum. 40’lı yaşlardaydım. Kendimce onu etkilemek için “Hz. Peygamber o yaşlarda Mekke’den Medine’ye gitti. Bunu bir Hicret olarak düşünün. Zat-ı âliniz de bu yaşlarda ABD’ye gidip buralara geldiniz” dedim.

        Ama o size danışmanlık teklifiyle geldi...

        Ne bileyim yani, danışmanlık diyelim. “Ben de benimle çalışmanı önerecektim” dedi. “Ne yapıyorsan devam et ama bana bağlı olarak yap ve her şeyi rapor et...”

        Hemen “Evet” mi dediniz, yoksa “Biraz düşüneyim” diye “siyasi nazlanma” durumları oldu mu?

        Biraz sorguladım, onun üzerine “Bak” dedi, karşıdaki haritada Ortadoğu’yu göstererek “Türkiye’de bu bölgeyi en iyi bilen adam sensin.” Amerika’yı işaret ederek “Fellowship (burs) orada, action burada. Kararını ver.”

        Sizin tepkiniz neydi?

        Birden aklıma “Halep oradaysa Arşın burada” çağrışımı geldi ve “Action” dedim. Turgut Bey “Hayırlı olsun şekerim” dedi, sarıldı öptü. Sonuçta herhangi bir Cumhurbaşkanı değil, sevdiğim, saydığım, çok önemsediğim biri kendisiyle bire bir ilişkili rol istiyor. Çok cazipti.

        Siz nasıl bir insansınız... Devrimci gençlik liderlerinden biri olarak hayata başlayan, “takunyalı” olarak gördüğünüz Turgut Özal’ın danışmanlığını yapan, Filistin Kurtuluş

        Hareketi’nde gerilla gibi yaşayan...

        Tekrar söylüyorum; gerilla gibi değil, gerilla konumunda Filistin halkının içinde 3 yıl yaşadım. Saldırı altında yaşayan, devrimci ve dindar, Müslüman bir halk... Bu durumu görünce, henüz 20 yaşında Müslüman kimlikle devrimci olmak arasında bir uyumsuzluk olmadığını fark ettim. Filistin kurtuluş mücadelesinin bir neferi olmak benim iftiharla ömrüm boyunca taşıdığım madalyadır.

        Gelelim örgütün efsane ismi Yaser Arafat’a...

        Arafat Filistin halkının bir sembolüydü, hem bir beden hem de bir kavram olarak önemi vardı. Böyle “larger than life” bir efsanenin Türkiye’deki en sevdiği insan olmamın olağanüstü keyifli bir yanı da var.

        Arafat’ın eşine bıraktığı miras konusundaki dedikodulardan rahatsız olmuyor musunuz?

        Eşine ne bıraktı, ne bırakmadı bilmiyorum. Ama Arafat isminin üzerinden bu mücadeleyi itibarsızlaştırmak için finans ve medya dünyasının harekete geçtiği bir gerçek. Yaser Arafat’ın kurtuluş mücadelesi verdiği İsrail Devleti, bir devletten öte bir şeydir, malum nedenlerden ötürü.

        Malum neden derken, birileri suları mı bulandırıyor?

        Bunu bilemem. Ama Arafat’a çamur atmak onun temsil ettiği değerleri ortadan kaldırmaz. Varsayalım ki bu dedikodular doğru, insanlar zaaflar ve hataların toplamı olan bedenlerdir. Arafat da tanrı değil, insan sonuçta.

        Ütopyalar insanları davalara ait kılar’

        Siz, Deniz, Yılmaz... Aslında hepiniz bir ütopya peşinde mi koştunuz? Değdi mi çekilen acılara?

        Ütopyalar insanları belli davalara tutkulu ve ait kılarlar. Bu da onları silinmez isimler olarak tarihe tescil ettirir. Bu gibi insanların hayatlarına ve tarihteki rollerine bir tüccarın muhasebe defterinin kâr ve zarar hesapları misali “Kaç kuruş kimden gelmiş” dökümüyle bakılırsa hiç zevki kalmaz. Ütopya da ütopyadır. Değdi mi? Değmesi gereken neydi ki? Onlar için hayat oydu. “Mezopotamya Ekspresi” de biraz bu zaten. “Ütopyalı” bir kitap.

        Deniz ele avuca sığmaz bir oğlan çoçuğuydu’

        Artık biraz “Deniz’li” yıllarınıza gelsek...

        Anlatacak o kadar çok şey var ki... İstanbul’daki birtakım öğrenci olaylarından arandığı günlerde

        Gazanfer Bilge otobüsüne atlayıp hemen Ankara’ya kaçıyordu. O zaman üniversite özerkliği diye bir kavram var tabii.

        Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde saklanıyormuş...

        Evet. SBF Öğrenci Derneği Başkanı’ydım. Şimdiki gençlerin aklının alabileceği bir şey değil ama o zaman üniversiteye polis giremezdi.

        Bunca yıldan sonra Deniz Gezmiş size ne ifade ediyor?

        Şu andaki Deniz Gezmiş imajını biliyoruz. Ama bir de etten ve kemikten Deniz var...

        O nasıl bir insandı?

        1.91 boyunda, ele avuca sığmaz, afacan ve muzip bir oğlan çocuğu... Benden bir yaş büyüktü.

        Aranıza “kan” girmiş ama...

        (Gülüyor...) Kitapta yazmıyor, nereden biliyorsun? Bir gün dernekte oturuyoruz. Ben başkanlık masasındayım, Deniz o kocaman boyuyla bir koltuğa yerleşmiş, elinde sustalı çakıyla oynuyor. Laf yarıştırıyoruz... İronik bir şey söyledim o arada.

        Kızdı mı?

        Yok canım. Şakalaşıyoruz... “Saplarım bıçağı ha” dedi, elini şöyle bir uzattı. Bacağımda bir kasılma hissettim. “Ulan eşek şakasına çevirme işi dikkat et” falan dedim.

        Hiç acı hissetmediniz mi?

        O anda hiçbir şey hissetmedim. Sohbete devam ediyoruz. Bir ara baktım ki elim kıpkırmızı. Pantolon, ayakkabı kan içinde kalmış. Meğer bıçak girmiş.

        ‘DENİZ, TUVALETİN KAPISINI KIRIP İÇERİ GİRDİ’

        O da farkında değil mi?

        Yok canım, görünce dehşete düştü. Fırladım tuvalete koştum kanı durdurmak için. Güm güm kapıya vurup “Cengiz Cengiz aç, ne oldu” diye bağırıyor. “Yok oğlum bir şey” diyorum. Kanı durdurmaya çalışıyorum...

        Gitti gidecek Cengiz Çandar o güzelim gençlik yıllarında...

        Deniz kapıyı bir omuzda kırdı, beni kucakladı, Eczaneye götürmek için merdivenlere koştu...

        O günlerde aranmıyor muydu?

        Tabii. Mesele de o zaten “Oğlum deli misin, polisler görürse” demeye kalmadan eczaneye geldik.

        Pansuman yapıldı, sonra tekrar kucağında geri getirdi beni. Öğrenci yurdunda bir odada yatıyorum.

        Duyulmuş mu okulda bu durum?

        Duyulmaz mı? Kantinde önüne gelen Deniz’e “Ne biçim adamsın. Böyle şaka yapılır mı, adamı yaraladın yazıklar olsun” filan diyormuş. Ben de diyorum ki “Söyleyin şuna, gelsin yanıma.”

        Geldi mi?

        Geldi. Müthiş bir vicdan azabına girmiş, utanıyor. İstanbul’a dönme kararı vermiş. Kapıda dikiliyor altına yapmış çocuklar gibi boynu eğik... “Ulan gelsene neredesin” dedim, sarıldık öpüştük.

        Daha sonra Deniz’in idam edilmemesi için imza toplarken Fransız filozof Jean Paul Sartre’a bile ulaşmışsınız.

        Ulaştım ve Sartre’dan imzayı aldık.

        Deniz ve arkadaşlarının asılması Menderes’in idamının rövanşı mı sizce de?

        Öyle deniyor. Ama aynı şey mi? Biri Başbakan, İçişleri Bakanı, Maliye Bakanı. Diğeri 3 öğrenci genç...

        Öyle denir, 3’e 3 diye...

        Denizlerin idamı, Türkiye’de rejimin ve devletin affedilemeyecek hoyratlıklarının en çarpıcı göstergesidir. Bu devlet İstiklal Mahkemeleri’nden başlayarak çok ağır haksızlıklara imza atma

        alışkanlığında bir devlettir. Başka bir izahı olamaz.

        Barack Obama burun farkıyla kazanır’

        Amerikan seçimlerinden sonra dünyanın dengesi değişecek mi? Suriye quo vadis?

        Suriye’deki olaylar 7 Kasım’daki seçimlerin çok ötesindeki dinamiklere dayanıyor. 6 Kasım’da neyse 8 Kasım’da da o olur Suriye’de. Daha gidilecek çok yol var orada.

        Bahisleri Obama’nın mı, Romney’in mi üzerine oynayalım?

        Sanki burun farkıyla Obama kazanacak gibi geliyor bana. Ama burun farkı olunca diğer tarafı da

        düşünmek lazım.

        Hayırlısı hangisi bizim için?

        Her şeye rağmen Obama. Çok iyi bir başkan olduğu söylenemez ama Amerika’nın ilk siyahi

        başkanı olarak tarihteki yerini aldı.

        Pat diye olacak ama, korumanız var mı?

        Amerika’ya gidene kadar vardı. Döndükten sonra da talep etmedim. Ama korumamla da çok laubali bir ilişkim oldu. Gazetede buluşurduk sadece. Sürekli birinin beni koruması, beni bireylikten çıkaran bir şey. Ne asistanım, ne korumam, ne sekreterim vardır. Hani Red Kit Düldül’ün üzerinde oradan oraya gider ya... Arada bir de yanına Rin Tin Tin gelir. Aynen

        öyleyim...

        Öldürülmekten korkmuyor musunuz?

        “Allah’ın verdiği canı Allah alır” düstürunu zihnime adapte etmiş şekilde yaşıyorum. Olacağı varsa olur.

        Bugün Humus’ta sapır sapır Steve Jobs’lar ölüyor’

        Tayyip Bey ile nasıl tanıştınız?

        İstanbul’da Bosna Dayanışması gecesinde kürsüye çıkıp bir konuşma yapmıştım. “Biz Bosna’yız; Bosna biziz” diye haykırarak bitirmiştim lafı. Sonra masama dönerken genç bir adamın da tebriklerini kabul ettim.

        O “genç adam” Tayyip Bey miydi?

        Benden sonra kürsüye çıktı, müthiş bir hitabet gücü vardı. Kim olduğunu sorduğumda “Refah Partisi İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan” dediler.

        Yazılarınızda muhalif bir hava seziyorum. Biraz mesafeli mi aranız?

        Ben değişmedim. Mesafe varsa, benim tutum değişikliğimden kaynaklanmıyor. (O an telefonu çalıyor. iPhone’la konuşurken aklıma geliyor...)

        Steve Jobs hakkında da çok hoş bir yazınız vardı...

        Los Angeles Havaalanı’na ayak bastığım gün ekranlardan öldüğünü okudum. California’ya gelmişsiniz, kafanızda da ertesi günü Apple mağazasına gidip bir şey almak var. Öldüğünü duyunca, Jobs’ın insanlık için ne ifade ettiğini fark ettim. Üstelik adamın babası Suriyeli.

        Kan mı çekiyor?

        Bütün mesele o zaten. Babası Humus’tan. Üstelik tam o sırada Humus’ta kuşatma var ve sapır sapır Steve Jobs’lar ölüyor orada. Ne kadar garip bir cilvesi bu hayatın. Aynı coğrafyadan bir babanın çocuğu farklı imkânlar bulduğunda Steve Jobs olurken, Humus’ta diğer çocuklar kuşatmada can veriyor.

        Hiç böyle düşünmemiştim...

        Bu bölgenin ne kadar büyük adaletsizlik ve haksızlarla yüzdüğünü görüyorsun. Ne kadar Steve

        Jobs’ın öldüğünü düşünün. “Steve” dediğin bizim buralı işte. Çünkü babası bizim mahalleden. O bölgenin insanlığa büyük katkılar verebilecek yetenekleri var, yeter ki doğru ortamın içinde olabilsinler.

        Zamanında Güney Dergisi’nde de yazmışsınız. Nasıldı Yılmaz Güney’le muhabbetiniz?

        Güney’de yazarken gazeteci değildim, işsizdim. O meşhur Yumurtalık olayından sonra hapse düştüğünde Kocaeli Cezaevi’ne birkaç kez ziyaretine gittim...

        Paşakapısı’nda da yatmıştı.

        Paşakapısı’ndaki Antepli doktorları yakın arkadaşımdı. Kebap alıp gidiyorduk. Yılmaz koğuşa dağıtıyordu.

        Nasıldı hapishane hayatı?

        Kral gibiydi. İstediği an kaçabilirdi. Gardiyanlar gözünün içine bakıp söylediklerini yerine getiriyordu. “Buradan kaçarsın” dedim bir gün. “İstediğim an elimi kolumu sallayarak çıkar giderim” dedi. “Seni Filistin’e kaçıralım” diye teklif ettim hatta. (Gülüyor...)

        Gerçekten kaçırıp götürür müydünüz?

        İstese yardımcı olurdum. Bir seferinde de İzmir’de yatarken ziyaretine gitmiştim. Cezaevinin girişinde kapının önünde beş kişi filan oturmuş sohbet ediyoruz. Kapı yumruklanmaya başlandı, cezaevinde olduğumuzu unutup ben kalktım demir süngüyü açıyorum. “Yahu otur burası cezaevi, kapısını açmak sana mı düştü” dedi.

        Yaşadığı bu acıları hak etti mi Yılmaz?

        Yılmaz gibi adamlar o hayatı yaşayabildikleri ölçüde yaratıcı olabilen insanlardır. O hayat Yılmaz’ı Yılmaz yapan bir hayattı.

        Talabani’yi hizmetçi sandım’

        Kitapta anlattığınız, Talabani ile tanışma hikâyenizi bir de sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?

        Talabani’nin de çok hoşuna gider bu hikâye, ne zaman başkalarıyla birlikte olsak anlattırır. Bugün Suriye Kürt partilerinden birinin lideri Abdülhamid Hac Dervis “Talabani ile tanışmak ister misin” dedi.

        Beyrut’ta mıydı Talabani?

        O günlerde oraya yerleşmiş. İsmen biliyorum ama hiç görmemişim. Neyse beni aldılar sabah kahvaltısına götürdüler. 25 yaşındayım, o gün ilk kez dünya çapında bir siyasetçi ile tanışacağım...

        Heyecanınız dorukta...

        Hem de nasıl! Gittik kapıyı çaldık, tıknaz bir adam açtı. İngilizce konuşarak “Hoş geldiniz, sofra hazır, yumurtayı nasıl istersiniz” dedi. “Fark etmez” diye geçiştirdim. Talabani ile tanışmak

        üzereyim, yumurta nasıl olursa olsun... Koltukta iri yarı bıyıklı biri oturuyor. Dağların kartalı, efsanevi peşmerge komutanı böyle olmalı diye aklımdan geçirdim. Öbürü de herhalde hizmetçisi bunun dedim.

        Nece konuşuyorsunuz...

        Arapça. Adama “Merhaba” filan diyorum. Hiç cevap yok. Put gibi duruyor. “Herhalde dünyaca ünlü bir siyasi-askeri liderle konuşmanın bir adabı vardır” diye düşünüyorum.

        Eeee...

        Baktım adam hıç ağzını açmıyor, o arada masaya oturuldu. Hizmetçi sandığım adam “Yumurtanız hazır, buyurun masaya” dedi. Sonra hararetle İngilizce bir şeyler anlatmaya başladı. Bende o zaman jeton düştü. Talabani bu...

        Peki diğeri kimmiş?

        “Korumam” dedi Talabani. Meğer Kürtçe’den başka dil bilmiyormuş. Korumasını Talabani zannedip Talabani’ye de hizmetçisi muamelesi yapmışım meğer.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar