Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SAVAŞ işte böyle bir şeydir; içinde yer aldığınızda, karşı saflarda yer alanlara vereceğiniz zarardan başka bir şeyle ilgilenmez, kazandığınız (ve tabii kaybettiğiniz) muharebelerin muhasebesini yapıp durursunuz.

        En çok muharebeden başarılı çıkan, her zaman savaşın galibi olmayabilir...

        “Kazanıyoruz, kazanıyoruz” diye sevinirken, savaşın kaderini değiştiren farklı bir gelişme sonucu, hüsrana uğramak da mümkün. “Ergenekon” ve “Balyoz” süreçlerini başlatanlar, sürecin kamuoyunda gördüğü destekten başları döndüğü için, başka hesapları da o davalar içerisine sokarak nihai zafere kavuşma rüyaları görürken ne oldu, hep beraber gördük...

        Güçlü olmak tek başına yeterli değil; hukukun da devrede olduğu savaşlarda haklı da olmanız gerekiyor. Oysa savaşın doğası yüzünden aklınız sadece kazanmakta olacağı için, hak-hukuk tanımaktan uzaklaşabiliyorsunuz. Savaşan taraflar, bir süre sonra, hakkı kendilerinin temsil ettiğine, karşı tarafın haksız olduğuna kendilerini inandırıyor ve bu da gözün yanlışları fark etmesini engelliyor...

        Özellikle işin içine “kutsal” değerler de girdiğinde...

        İslam tarihinde bunun çarpıcı örnekleriyle karşılaşmak mümkündür.

        Hicret’ten sadece 40 yıl sonra başlayan ihtilafları düşünün... Cennetle müjdelenmiş isimlerin taraflarını oluşturduğu ihtilafları... İki taraf da kendilerinin haklı olduğuna inanıyor ve karşı tarafı kıyasıya suçluyordu. Savaş boyunca taraflar ittifak halkalarını genişletmeye çabaladılar. Sonuç? Sonuç, İslamiyet’in ortadan kaldırmaya çalıştığını kurumsallaştıran Emevi devlet geleneğinin başlaması ve günümüze kadar varlığını sürdüren kalıcı ihtilaflar olmadı mı?

        Bugün yaşananlarla o dönemde yaşananlar arasında çap ve tavır farklılıkları olduğunu ben de biliyorum elbette; ama eskiler böyle durumlar için “Teşbihte hata olmaz” demezler miydi?

        Savaşlarda kimin haklı kimin haksız olduğunun bütünüyle tespit edilemez hale geldiği durumlar çoktur. İki taraf da “haklı” olduğunu iddia eder, ancak “hak”, çoğu kez, bir o tarafa bir bu tarafa gider durur.

        Taraflar haksız duruma düşmemek için ne yaparlarsa yapsınlar, bu gerçek değişmez.

        Kaç muharebe kazandıkları hesabı üzerinde kafa yoranları yanıltan da bu durumdur; savaşların sonucu muharebelerin muhassalası değildir çünkü.

        Gelin şu son gelişmeye bir de bu gözle bakalım:

        14 Aralık günü başlayan “Tahşiye operasyonu” taraflardan birinin geçmişte başlattığına inanılan hukuki bir süreci o tarafın aleyhine döndürme girişimiydi. Muharebede ilk skoru, kamuoyu oluşturma bakımından, süreci başlatan taraf kaydetti.

        Ancak karşı taraf muharebeyi derhal başka bir zemine kaydırmayı, basın özgürlüğüne darbe girişimi biçiminde takdim etmeyi başardı ve arada yeni iç ve dış ittifaklar oluşturma yoluna gitti. Girişimi başlatanların ittifaklarını çatlatacak bir söylemle hem de... Buna karşılık, girişimi başlatanlar da, yabancı müttefikleriyle aralarına kara kedi girse bile, bir süredir varlığını iyice belli eden “devlet-hükümet-parti” yakınlaşmasında yeni bir merhale kaydetti.

        “Tahşiye operasyonu” uzun süreceğe benzeyen savaşın bir muharebesi ise, son muharebeyi kim kazanmış oldu?

        Kazananı bilmiyorum, ama kaybedeni söyleyebilirim: “Kutsal” hassasiyeti olanlar daha büyük çapta olmak üzere, millet olarak hepimiz kaybettik...

        “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarında küçük hesaplarının peşinde koşmayı yeğleyenlere o günlerde yazıp söylediklerinin hesabı soruluyor ya; yarın da bugünlerde yazılan-çizilenlerin, takınılan tavırların hesaba çekileceğini unutmayalım.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar