Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BANKALARIN “yüksek kârları” konuşulurken en yüksek kâr BOTAŞ’tan geldi.

        Yılların “zarar rekortmeni” kuruluş, geçen yıl ettiği kârla geçmiş dönem zararlarını kapatmış.

        Bu yıl da 8.1 milyar TL kâr etmiş.

        Bu kâr da BOTAŞ’ı vergi rekortmenliğine taşımış.

        Kurumlar Vergisi’nde birincilik BOTAŞ’ın olmuş ama her ne hikmetse BOTAŞ “adının açıklanmasını istememiş”.

        Türk basınının tartışmasız en iyi ekibi olan Habertürk Ekonomi Servisi, akıllıca bir araştırmayla vergi şampiyonunun BOTAŞ olduğunu buldu ve dün duyurdu. (Habertürk’ün taşra baskılarından şampiyonun adını öğrenenler de haber yapmışlar ama Habertürk’ün verdiği detayları verememişler.)

        Ancak “kamu”nun şirket yönetmedeki başarısı BOTAŞ’la sınırlı değil.

        Geçtiğimiz yıl Türkiye’deki tüm Kamu İktisadi Teşekkülleri yani KİT’ler rekor düzeyde kâr elde etmişler.

        BOTAŞ’ın ve diğer kamuya ait şirketlerin toplam kârlarında çok ciddi bir “patlama” yaşanmış.

        Bir yıl önceye oranla bu kârlar neredeyse 10 katından fazla bir artış göstererek 17.4 milyar TL’ye çıkmış.

        Bu da yaklaşık 4.9 milyar dolar ediyor ki, bu zannederim kamu sektörünün tarihindeki en yüksek kâr düzeyi.

        Geçmişte de KİT’lerin konsolide olarak çok yüksek kâr ettiği dönemler yok değil.

        3 milyar dolarlar düzeyinde kârlar edilen dönemler var, ama o günle bugün çok farklı.

        O günlerde kamunun elinde bulunan pek çok “kârlı” kuruluş, geçtiğimiz 15-20 yıl içinde özelleştirildi.

        Şirket sayısı neredeyse yarı yarıya azaldı ve satılanlar da genelde TÜPRAŞ gibi, elektrik dağıtım şirketleri gibi yüksek kârlı şirketlerdi.

        Bu şirketler satıldığı ve elde kalan şirket sayısı azaldığı halde bu yıl edilen rekor kâr ilginç.

        Bankaların çok yüksek bir kâr elde ettiği dönemde, bankalardan daha fazla kâr realize eden tek sektörün kamu olması ise ilginç bir tesadüf.

        **************

        İCAT ÇIKARAN ÇOCUK İYİDİR

        NEIL Degrasse Tyson adını duydunuz mu bilmiyorum.

        Amerikalı bir astrofizikçi.

        Aslına bakarsanız bilim insanı olarak çok çok üst sıralarda yer alan birisi değil belki ama astrofiziğin ve bilimin popülerleşmesinde çok değerli bir isim.

        Sunuculuğunu yaptığı “Cosmos: Bir Uzayzaman Macerası” adlı belgesel, evrenin bilinenlerini anlatmak açısından çok önemli bir televizyon olayıydı.

        Şimdi de “Startalk” adı altında popüler bir bilim programı yapıyor.

        Neil Degrasse Tyson’ın bilim adamı olmasının ilginç bir öyküsü var.

        Brooklyn’de sıradan bir devlet okulunda okurken bir gün okul gezisinde bir “planetaryum” a götürülüyor.

        Neil Degrasse Tyson

        10 yaşlarındaki bir çocuk olarak o gün bilime âşık oluyor.

        Lise yıllarında o planetaryumda gönüllü olarak çalışıyor.

        Giderek artan merakını tatmin için sürekli okuyor.

        10’lu yaşlarında bilim adamlarıyla sohbetlere gitmeye başlıyor.

        Liseyi bitirince de Harvard’a burslu olarak kabul ediliyor.

        Şimdi hem bir bilim adamı, hem de bilimin popülerleşmesine müthiş katkılar sunan bir yayıncı.

        Şimdi diyeceksiniz ki: “Nereden çıktı bu hikaye?”

        Uzatmadan söyleyeyim.

        Kâseden çıktı.

        Hoşaf kâsesinden.

        Genç bir kız, Kübra, TRT’nin düzenlediği bir yarışmada “katkısız hoşaf” projesiyle finale kalınca, herkes dalga geçmeye başladı.

        Bana sorarsanız, bunda dalga geçilecek hiçbir şey yok.

        Bir çocuk, küçük yaşlarında böyle bir şeye kafa yoruyor ve hiçbir katkı maddesi kullanmadan uzun süre saklanabilecek bir şey üretiyorsa, onunla dalga geçmek değil, teşvik etmek gerekir.

        Bu ülkenin en önemli sorunu icat çıkarmamaktır.

        10’lu yaşlarında icat çıkaran çocuklar “iyi” çocuklardır.

        Bugün hoşaf icat ederler, yarın başka bir şey.

        Kübra’yla dalga geçenlerin, hayatlarında ne icatları var merak ediyorum.

        **************

        O SİLAH NEYDİ?

        BOND fotoğrafım oldukça beğenilmiş.

        Okurlar soruyor, “Elindeki silahın markası ne?” diye.

        Emin değilim ama bildiğim şu.

        Bond’un yazarı Ian Fleming, Bond karakterine silah olarak küçük, hafif, taşıması kolay bir tabanca olan Beretta 418’i uygun görmüştü.

        Ancak ilk romandan sonra emekli asker olan bir silah koleksiyoncusu, Fleming’e bir mektup yazarak, “Bu silah kadınların kullandığı bir silahtır. Majestelerinin ajanı bunu kullanmaz. Zaten bu silah karşısındaki kişi eğer bir profesyonelse onu durduramayabilir” deyince, Ian Fleming silahı değiştirdi. Daha sonraki romanlarda da Bond’un eline Walther PPK verdi.

        7.65 çapında zarif bir silah olan Walther, çok eski bir dizayn olmasına rağmen, çok iyi bir tabanca olarak biliniyordu. Daha sonra zaman zaman Bond’un silahı değişti, ama hep Walther kullandı.

        Bazen P99, bazen PP.

        O fotoğraftaki silah da zannederim bir Walther PPK.

        Fabrique Nationale’ın 7.65’ine çok benzemekle birlikte Alman üretimi bir silah.

        “Majestelerinin ajanı, Alman silahı kullanır mı?” demeyin sakın.

        Zaten majesteleri de Alman asıllı.

        **************

        MİMARA ‘UÇ’ DENİLECEK Mİ?

        NAGEHAN Alçı, İspanya gezisi sırasında Santiago Calatrava’nın yaptıklarını görünce, “Yeni AKM’yi Calatrava yapmalı” demiş.

        Karşı çıkmam.

        Daha önce İstanbul’a yine bir büyük mimarın müthiş bir projesi yapılacaktı.

        Suna Kıraç ve İnan Kıraç, İstanbul’da Tepebaşı’ndaki TRT binası ve altındaki otoparkın yerine bir kültür merkezi ve müze yapmak için büyük mimar Frank Gehry’ye muazzam bir proje yaptırdılar.

        Kıraçlar İstanbul’a hediye etmek istedikleri bu yapı için devletten o binayı istediler.

        Devlet araziyi verecekti, yaklaşık 250 milyon Euro’luk inşaatı ise Kıraçlar’ın vakfı üstlenecekti.

        Mal sahibi TRT ve İstanbul Belediyesi, Kıraçlar’dan ciddi bir para isteyince proje gerçekleşemedi.

        Yapılması düşünülen binanın bir benzeri, Paris’te “Louis Vuitton Müzesi” olarak yapıldı ve mimari bir şaheser olarak her yıl milyonlarca ziyaretçi çekiyor.

        O fırsat kaçtı, ama şimdi AKM projesi yeni bir fırsat.

        Müthiş bir proje yapılabilir.

        Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’la bu konuyu konuştuğumuz zaman şunu gördüm.

        Erdoğan, böyle bir eserin Türk mimarlar tarafından yapılmasından yana.

        Bu da olmayacak bir şey değil.

        Ancak mimar kim olursa olsun, önemli olan “müşteridir”.

        Biliyorum ki, Türkiye’de de böyle bir projeyi yapabilecek mimarlar var.

        Bu dünya çapında bir iş de olabilir.

        Fakat bir şartla.

        Siparişi veren her kimse mimara, “Uç uçabildiğin kadar” diyecek.

        Eğer sipariş böyle verilirse, ortaya Türk mimarlarının yüz akı olabilecek bir bina çıkabilir.

        Önemli olan “uçmaya izin vermek”.

        Sanatçının kanatları baştan kırılırsa, ister Calatrava olsun, ister başkası, ortaya sıradan bir beton blok çıkar.

        Tepebaşı'na yapılamayan müzenin bir benzeri Paris'te yapıldı

        **************

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Merkezlerin içine koyacak kültürü yaratabildiğimiz zaman.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar