Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Operada dekolte

        Ali Esad GÖKSEL / HT CUMARTESİ

        Canım “operada” hep hayalet olacak değil ya... Karanlık kuytu köşeleriyle bizlere sahne arkası dünyasını turlattıran filmler vardır. Ürkütücü olma azminde. Malum filmlerin vazgeçilmez çeşnisi “şedit hayalettir”. Tamam bizim “Yunanlı komşulara” o efekti verdiği hiç kuşkusuz: Ama Şansölye’nin dahi “şirin” olma arzusu olmalı. Hayal kurmak böyle bir şey...

        GÜNDÜZ RÜYASI NE?

        Madem işi “hayal kurmaya, rüya ve hayale” vurduk, gelin çağımız sanatının ışıklardan birine bakalım: Ernst Bloch. Bloch, Frankfurt Ekolü denilen fakat Tübingen’de yer alan ekolün vedetidir: 1970’li yıllarda “Aesthetik des Vorscheins” kitabında, mimari ve sanatla insanın ilişkisini anlatır. Fevkalade iyimser bir çerçeveyle elimize “gündüz rüyası” oyuncağını verir. Gündüz Rüyası “yaratmasanat âlemi” için bir tarz sihirli değnektir. Kısa ve basit bir hikâyesi şudur: Daha iyi ve güzele uzanan bir patikanın hayalinden söz olunur: “Tasavvur” ve “tahayyül” arasında... Bir oraya, bir buraya uzanarak.

        UZUN YAZ GECELERİ

        Oslo’dayız. Norveç’in başkenti. Burada yaşlı kıtanın en müreffeh toplumu yaşıyor. Kişi başına düşen gelir kıta ortalamasının çok üstünde: Yüzbin Amerikan Doları. Peki Oslo bunu sergilemekte mi? Ne münasebet! Kuzey insanına mahsus, Akdeniz için anlaması zor bir hal. Çekingenlik ve tevazu arası bir duruş... Havaalanından kente ulaşımı sağlayan hızlı trenin bizi indirdiği yer, Oslo’nun Merkez Garı. 19. yüzyıl kentinin kapısı. Burası, dünya garlarına oranla mütevazı ve sakin. Koşuşturması az. Kuzey insanının sükûnetini taşıyor. Kimse koşmuyor... Sanırsınız vatman tanıdıkları kolluyor, herkes gelmeden kalkmayacak... Gardan çıkıyoruz. Karşımızda bembeyaz bir hacim! İrice... Bir aysberg olabilir mi? Arctic daireye çok yakınız ya. Ama hayır. Kuzeyin uzun gündüzlerinin biteviye güneşi yaladıkça kitle daha iyi okunuyor. Birbirlerine açılı üç dört prizma birbirlerini yalıyor, hatta teğetliyor. Alçalıyor, suya dalıyorlar. İnsanlar, merakla uçsuz satıhlara, bucaklara yayılmış, yapıyı keşfediyor, dolaşıyorlar. Burası Oslo’nun Opera Binası. Bloch’un gündüz rüyasının bu denli vücuda geldiği bir yapı olabilir mi?

        SALON KÜÇÜK MÜ?

        Muhtelif rüyalar sözlüğüne düşmüş gibiyiz. İçeride, salonda Anne Sofie von Otter şarkı söylüyor. Von Otter “Alman dilinin en güzel seslerinden”... Yarı loş salon dolu. Tıkabasa... Nefeslerini tutmuş, sahnedeki mucizeyi dinliyorlar. Brahms’ın “Mayıs Gecesi”. “durch die Seele mir strahlt find’ ich auf Erden dich?” Salon bir “18. yüzyıl salonu” adeta. Ufak bir salon olsun, öyle algılansın diye tasarlanmış. Akdeniz coğrafyasında “cosi” denilen ölçek: Başı sonu belli! Oysa von Otter’in sesi salonun sınırlarını çekiştiriyor, sağa, sola, yukarıya. Ama ne tuhaf, yine de sığmıyor.

        Ya dinleyenler? Kimi gözünü kısmış. Kimi yummuş. Sadece duyduğunu duymak istiyor. “Kendine yansıyan ruhun sahibinin peşinde”.

        DENİZDEN DE GELMEK VAR

        Salonun dışı, operanın girişiyle birleşmiş. Bulunduğumuz coğrafyanın sansasyonel bir sanatçısı var: “Olafur Eliason”... Vasarely ile Esher arasında gidip gelen eseriyle orada. Açılışa Şansölye Merkel dekoltesiyle damga vurmuştu.

        Salonun içini dışarı taşıyan ahşap çubuklarla kaplı duvarlar ve bembeyaz yer döşemesi kolunuzdan hafifçe tutup rıhtıma çekiveriyor. Buraya denizden de gelmek var. Teknenizle rıhtıma yanaşıyor, merdivenlerden operaya geçiyorsunuz.

        Bir senaryo daha... Evinize dönmeden: Konser bitti, dışarı çıkıp içkinizi aldınız. Yanında adeta tütsülenmiş bir morinho-cod sashimi. Üzerinde yaprak corianderkişniş. Altında, yanında tek damla horseradish-bayırturbu servis oluyor. Saat 23.00. Elinizde şampanya dolanıyorsunuz. Hava hâlâ aydınlık. Körfezde tekneler dolaşıyor. Kırmızı yeşil yan ışıkları yanmış. Yanmış da niye? Ortalık daha ışıl ışıl. Lacivert blazerli, beyaz şapkalı kaptanlar, mavi beyaz çizgi fanilalı tayfalar. Asude bir zaman filmine düşmüş gibiyiz...

        YA “ÇIĞLIK”?

        “Snohetta”, Norveçli mimarların, Oslo Opera Projesi “van der Rohe ödülü’nü” kazanmıştı. Zati Sungur gibi şapkadan tavşan çıkarmadan da mimar olunabileceğinin benzersiz bir örneği ile. Sırtınızı operaya verip, önümüze küçük koyu alıyoruz. Yavaş yavaş ufukta alacakaranlık beliriyor.

        Müziğin sihirli dokunuşuyla kanatlanmış ruhlar teraslara yayılmış. Her yaştan kadın, erkek... Ne kadar hoşlar... Bu insanlar Bloch’u doğru okumuşlar, belli: Hayatlarını daha güzele taşıyorlar. Öğrenecek çok şey var. Tevazu ve güzellik... Yalınlık ve ihtişam nasıl birlikte yaşar. Doğaya dokunmadan, doğayla barışık bir yaşam nasıl olmalı, Norveçliler sergiliyorlar. Salonun içerisinden dışarı uçuşan notalar gerçek mi, bir “alacakaranlık rüyası” mı emin değilim. İsyankâr ressamları Munch susuvermiş: “Çığlık” bile yok olmuş. Müzik her şeyi örtüveriyor...

        ‘HAS BEKÇİLER’

        Şu Japonlar Tokyo’da Zaha Hadid’e “Hadi canım sen de” diye yol verdi ya. Daha da gam yemem. Gelin açık açık söyleyelim. “Tombik çıplak!”

        Sakın feministler “sexism” falan demesinler. Birincisi bu lafın aslı “Kral çıplak!”. Yani egemen erkek için tasarlanmış. İkincisi, muradımız elbette sadece “Irak asıllı tombik mimar” değil.

        O bu suç örgütünün en gözde siması: Malum mastürbasyon ekolü paranızla sizin yaşam alanınızın ortasına “kuş konduruyor”. Küresel tüketim kendine yeni bir oyuncu kadrosu buldu ya: “Mimarlar”.

        Bu “detone kumpanyaya” dahil olmanın yolu manasız ve aykırı çığlıklar atmaktan geçiyor. Göze batmaya görün. Sonrası daha da yaman: Her şey mubah. Dur durak yok.

        Karşıda laf edecek bir tepegöz mü? Hele geçiniz...

        Uzun zaman sonra ilk kez Tokyo’da kırmızı kart gördüler. Japonlar “Madame Hadid”e parasını bile ödemiş oldukları stadyum projesinden vazgeçtiler. Sebep? “Çok çok pahalı tuhaf bir oyuncak oluşu.”

        Ada halkı, “gösteriş çığlıkları atan yeni zengin”, fotoğrafı acıklı, diye nedamet getiriverdi...

        Peki işin doğrusu nasıl olmalı? Buyurun sizi Oslo’ya alalım...

        Eski şehrin deniz kenarı diyebileceğimiz bir yürüyüş bandı var: Bu hattın bir ucuna “yeni Opera’yı” yerleştirdiler.

        Diğer ucuna da yeni modern sanat müzelerini: Astrup Fearnley. Bu zatı muhterem bir inşaatçı. Cebinden verdiği parayla İtalyan mimar Richard Rogers’a bu projeyi yaptırmış. Çevresiyle doğru iletişimi olan çözülmüş bir proje. Görmelisiniz...

        Korusunlar diye kentlerinin iki başucunu sanata teslim eden Osloluları selamlıyorum.

        Daha iyi bekçi bulunur mu ki?

        Yazı Boyutu
        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ
        Habertürk Anasayfa