Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Laiklik Nedir?

        Din ve devlet ilişkilerinin nasıl düzenleneceğine ilişkin siyasal ve hukuki bir ilke/sistemdir. Türkçede "din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması" anlamında kullandığımız laiklik kavramı, dilimize Fransızcadan geçmiş olup bu dilde aynı anlamda kullanılan laicite'nin karşılığıdır. Laiklik kelimesinin türetildiği laik (laic) sıfatının kökeni de Latince "din adamları sınıfına (kiliseye) ait olmayan/din adamları sınıfından olmayan (insanlar/halktan olanlar)" anlamında kullanılan "laicus" kelimesine dayanır. Latinceye de Grekçe "halk" anlamına gelen "laos" kelimesinden türetilen "halktan olan kimse" anlamında kullanılan laikos sıfatından geçmiştir. Laiklik kelimesinin yerine İngilizce ve Almanca gibi dillerde "dünyevileşme, dinin toplumsal hayattaki etkisinin azalması" anlamına gelen secülarism kavramı kullanılır. Kavram latince "saecularis" kelimesinden gelen ve "dünyevi olan", "değişmez değil, zamanla değişir olan" anlamında kullanılan "secular" sıfatından türetilmiştir. Laiklik ve sekülarizm çoğu kez eş anlamda kullanılmaktadır. Ancak sekülarizm dinin toplumsal yaşamdaki etkisinin azalması, dindarlığın zayıflaması olgusunu ifade eden sosyolojik bir kavramdır.

        Laiklik din ve devlet ilişkisini düzenleyen hukuksal-siyasal bir ilke ve sistem olarak Fransa'da ortaya çıkmıştır. 1789 Fransız Devrimi ile başlayan süreçte Cumhuriyetçiler ve Eski Düzen yanlıları (Kralcılar ve Katolik Kilisesi) arasındaki yoğun tartışma ve mücadelenin sonucu olarak ancak 20. yüzyıl başlarında şekillenmiştir. Genel olarak Batıda laiklik, dünyevi siyasal iktidarla (ruhani yönü yanında siyasal bir güce de dönüşen) Katolik Kilisesi arasındaki yüzyıllardan beri süregelen mücadelenin dünyevi iktidarın zaferi ile sonuçlanmasının bir eseridir. Laiklik anlayışının kökleri tarihsel olarak Hristiyanlıktaki "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin" ifadesinde yansımasını bulan dünyevi ve ruhani olanın ayrımına kadar gerilere götürülebilir. Batı Roma'nın yıkılmasından sonra 5. yüzyıl sonlarında Papa I. Gelasius (ö. 496), Doğu Roma'ya karşı Kilise'nin özerkliğini korumak için sonradan çifte kılıçlar olarak adlandırılacak kuram üzerinden dünyevi ve ruhani iktidarın yetki alanlarını birbirinden ayırmış ve her iki erkin birbirinin yetki alanına müdahale etmemesi gerektiğini savunmuştur. Ancak daha sonraları güçlendiğinde Kilise, hem dini hem dünyevi iktidarın kendisine ait olduğunu iddia etmiş ve dünyevi iktidar sahiplerini kendisine itaate zorlamıştır. Bu durum Kilise ile dünyevi iktidar sahipleri arasında yüzyıllarca sürecek olan egemenliğin kimde olduğuna dair bir mücadele ve tartışmayı başlatmıştır.

        15. ve 16. yüzyıllarda sosyo-ekonomik yapıdaki değişimin (kapitalizmin ortaya çıkmaya başlamasının) yanı sıra gerçekleşen iki önemli gelişme; Rönesans ve dinde Reform hareketi, Kilise ve dünyevi iktidar sahipleri arasındaki tartışma ve mücadelenin seyrini dünyevi iktidar sahipleri lehine değiştirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler dinin toplumsal hayatın birçok alanında etkisini yitirmesine yol açacak sekülarleşme sürecinin başlangıcı olmuştur. Sanat, edebiyat ve felsefede Hristiyanlık dininin kaynak ve temalarından uzaklaşarak Antik Yunan ve Roma eserlerinden beslenen Rönesans hem Orta Çağın skolastik düşüncesini yıkmış hem de canlandırdığı akılcı ve hümanist akımlarla 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesine kaynaklık etmiştir. Reform hareketi ise Tanrı ile kul arasında din adamlarının aracılık yapmasına karşı çıkarak ruhban sınıfın, bu sınıftan olmayanlara (laiklere) karşı hiçbir üstünlüğü olmadığını ileri sürerek Kiliseyi tartışmaya ve eleştiriye açmıştır. Dünyevi iktidarın üstünlüğünü savunan Reform hareketi; Hristiyanlığın gelişmekte olan kapitalist toplumsal yapıya uygun yorumlarına dayalı ve devlete tabi yeni (Protestan) mezhepler ortaya çıkarmıştır. Bu, dinin kendisi dahil toplumsal hayatın pek çok alanının dünyevileştiği bir süreci başlatmıştır.

        Sanayi devrimi ile birlikte artık ortaya çıkışını tamamlamakta olan kapitalist sosyo-ekonomik düzene uygun dünya görüşü 18. yüzyılda Aydınlanma düşüncesi tarafından üretilmiştir. Aydınlanma düşünürleri bireysel ve toplumsal yaşamda aklın egemen kılınması ile insanın özgürleşeceğini, ilerlemenin sağlanacağını ve böylece bireysel ve toplumsal düzeyde mutluluğa ulaşılabileceğini savundular. Akıl temelli modern toplumun ortaya çıkışının önünde engel olarak gördükleri din temelli Eski Düzenin (Feodal Düzenin) kurumlarını, inançlarını, değerlerini, geleneklerini, düşünce kalıplarını, kısacası tüm unsurlarını düşünsel düzeyde eleştirip çürüterek yıkmayı ve bu suretle değişim için gerekli zemini hazırlamayı hedeflediler. Genel olarak Aydınlanma düşünürleri, akılsal körelmeyi beslediğine inandıkları dine karşı kuşkucu ve eleştirel bir tutum takınırlarken özellikle Fransız filozoflar; Hristiyanlığı (Katolik Mezhebi'ni) müsebbibi olarak gördükleri cehalet, bağnazlık, şiddet gibi kötülükler yüzünden Kilise ve din adamları ile mücadeleye girdiler ve dini hoşgörüyü savundular. Sonuç olarak Aydınlanmacılar, din temelli Eski Düzenin yerini akıl temelli Yeni Düzenin almasını savunurlarken, toplumsal yaşamın tüm alanlarında dinin etkisinin azaldığı ya da olmadığı sekülar bir topluma olan özlemlerini ortaya koymaktaydılar.

        Reform hareketleri ile ortaya çıkan ve gelişmekte olan kapitalist toplumsal yapıya kendini uyarlamış olan Protestan mezheplerin hakim olduğu ülkelerde din değişimin önünde bir engel teşkil etmediğinden, toplumsal yaşamın tüm alanlarında dinin etkisi ve rolü azalmıştır. Toplum zaman içerisinde evrilerek ya da birtakım reformist düzenlemelerle sekülarleşmiştir. Ancak değişen koşullara kendini uyarlamakta direnen Katolik mezhebinin hakim olduğu ülkelerde toplumun sekülarleşme yönünde değişimi zor olmuştur. Özellikle Fransa'da Kilise (ve onunla birlikte Monarşi ve Aristokrasi gibi Eski Düzen'in unsurları) değişimi engelleyecek kadar güçlü olduğu için sekülarleşme yönündeki değişim ancak devrim ve Kilise'ye karşı verilen mücadele ile mümkün olmuştur. Bu süreçte de Fransa'ya özgü bir sekülarleş(tir)me modeli olarak din ve devlet ilişkilerini düzenleyen bir hukuksal-siyasal sistem; laiklik ortaya çıkmıştır.

        1789 Devrimi sonrası ilk on yıl Kilise ve ruhban sınıfı ağır baskılara maruz kaldı. Hristiyanlığın izlerinin silinmesi ve Pazar ayinlerinin engellenmesi amacıyla pazar tatilleri kaldırıldı. Kilisenin mal varlığına el kondu. Din adamlarının geleneksel giysilerini giymeleri yasaklandı. Meydanlardaki haç ve dini tasvirler kaldırıldı. Kiliseler ibadet dışı işlere tahsis edildi. Aydınlanma Filozoflarının da etkisiyle Katolik dini kaldırılarak yerine "Akıl Kültü" ya da "Yüce Varlık Kültü" gibi adlarla sekülar ya da deist dinler konmaya çalışıldı. Devrimcilerin bu aşırılığı, 1799'da Napolyon Bonapart'ın iktidarı ele geçirip Papalık ile yaptığı bir anlaşma ile Katoliklik yanında Protestanlık ve Musevilik gibi tanınan dinlerin serbestçe icrasına izin vermesine kadar sürmüştür.

        Kilise ve Kralcılar (Eski Düzen yanlıları) ile Cumhuriyetçiler (Devrimciler) arasındaki tartışma ve mücadele 19. yüzyıl boyunca devam etti. Nihayet, Kilise ve Devlet ilişkisinin nasıl olması gerektiği meselesine çözüm olarak, 3. Cumhuriyet Dönemi'nde (1870-1940) 1882 ve 1886 yılında çıkarılan Eğitim Yasaları, 1901 tarihli Dernekler Yasası ve 1905 tarihli Devlet-Kilise Ayrılığı Yasası laikliğe yasal/hukuki bir statü kazandırmıştır. Laiklik, Fransa'da 1946 Anayasası ile anayasal Statü kazanmıştır ve 1958 Anayasası ile de bu statüsünü sürdürmektedir.

        Eski Düzenin temelinde yer alan dinin ve en güçlü unsuru olan Kilise'nin değişim, ilerleme ve sekülarleşme önünde oluşturduğu engeli ortadan kaldırmayı hedefleyen Fransız laikliğinin iki ana yönü vardır. Birinci yönü, vicdan ve din özgürlüğünün (bireyin istediği din ve mezhebe inanma ve bu inancın gereklerini yerine getirme ya da herhangi bir dini inanca sahip olmama serbestisinin) tanınıp güvence altına alınmasıdır. İkinci yönü ise din ve devletin ayrılığıdır. Bu da devletin resmi bir dini olmaması yanında, dini inanç ve kanaatler karşısında tarafsız olmasını, farklı din mensuplarına eşit muamelede bulunmasını, din kurumları ile devlet kurumlarının birbirinden ayrı olmasını ve hukuk kurallarının dinle temellendirilmemesini gerektirir.

        Sekülarizmin Fransa'ya özgü katı bir biçimi olan laiklik, tarihsel nedenlerden dolayı dine karşı kaygı ve şüphe duyan olumsuz bir tutum takınmakta, dinin aşırılıklarından vatandaşları koruma kaygısıyla din ve devlet işlerini tamamen birbirinden ayırıp hiçbir dini tanımamaktadır. Devlet dine karşı (düşmanca olmasa bile) pek de sempatik olmayan "kayıtsız kalma" biçiminde bir tarafsızlık sergilemektedir. Ancak 1787 Anayasası ile daha en başından din ve devletin ayrıldığı sekülar modern cumhuriyetlerin ilk örneği olarak kurulan Amerika Birleşik Devletleri'nde; bu ayrım din karşıtı bir tutum olarak algılanmadığı gibi, din özgürlüğü de dinin devletten bağımsız olması olarak anlaşılmış ve din(ler)i destekleyici (kucaklayıcı) "sempatik tarafsızlık" yaklaşımı benimsenmiştir.

        İngiltere, Danimarka gibi Protestanlığın hakim olduğu ülkeler, sekülar olmakla beraber (Fransız laiklik modeline göre) laik olmayan devletlerdir. Zira İngiltere'de Anglikan Kilisesi, Danimarka'da ise Lutherci Kilise devlet dini olarak tanınır. Her iki devlette de Kilise devlete bağlı iken, Danimarka'da Kilise ayrıca devlet teşkilatı içerisinde yer alan bir kurumdur. Türkiye ise anayasal olarak laik bir sisteme sahip olmakla birlikte (Fransa'daki Katolik Kilisesi'ne yönelik algıya benzer bir biçimde) İslam dininin toplumsal yaşamın her alanındaki etkisinin toplumun sekülarleşmesinin önünde engel teşkil edeceği düşüncesi ile devlet tarafından, devlet kontrolünde din (devlete bağlı din) anlayışı benimsenmiştir. Böylece paradoksal bir biçimde laikliği yerleştirmek için laikliğin devlet din ayrımına aykırı bir biçimde din bir kamu hizmeti olarak görülüp merkezi devlet içerisinde teşkilatlandırılmıştır.

        Sonuç olarak günümüz modern (sekülar) toplumlarında laikliğin gerçekleştirmeyi hedeflediği iki temel ilke olduğu kabul edilebilir: Farklı inanç ve kanaatlere sahip olanlara eşit muamele ve din ve vicdan özgürlüğü. Ancak farklı ülkeler, kendi tarihsel ve toplumsal koşullarının gereği olarak bu ilkeleri farklı yöntemlerle uygulamaya çalışmaktadır. Bu anlamda bakıldığında günümüz koşullarında laikliği, kullanılan yöntemden bağımsız olarak, din ve vicdan hürriyeti ile farklı inanç sahiplerine eşit muameleyi gerçekleştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak anlamak gerekmektedir.

        YAZAR

        Nafiz Tok

        Yazı Boyutu
        Habertürk Anasayfa