Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Dolunay Katilleri': Sömürgeci zihniyetin anatomisi
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Usta yönetmen Martin Scorsese’nin, David Grann’ın 2017’de yayımlanan aynı adlı kitabından Eric Roth ile birlikte sinemaya uyarladığı ‘Dolunay Katilleri’ (Killers of the Flower Moon), 1920’li yıllarda Oklahoma’da yaşanan ve Kuzey Amerika kıtasının yerli halklarından Osage’ları hedef alan seri cinayetleri konu alıyor.

        Scorsese filmini Osage ritüelleriyle açıyor ve kapatıyor. Özellikle Avrupa kökenli beyazların uygarlığına karşı duyulan güvensizlik, kaygı ve gelecek korkusunu yansıtan ilk ritüel, filmin tematik çerçevesini belirliyor.

        Ritüelden sonra, topraklarında petrol çıkan Osage kabilesinin refah seviyesini anlatan ve dönemin haber filmi formatını taşıyan çekimler geliyor. ABD tarihinin utanç verici sayfalarından biri olan Oklahoma Cinayetleri hakkında hiçbir şey bilmeyenler için, ‘alternatif tarih akışındaki bir Osage ütopyası’ gibi bu haber filmleri… ‘Hayal gibi’ çünkü Amerikan yerli halklarının elinden her şeyi ama her şeyi alan Avrupa kökenli açgözlü göçmenlerin böyle bir zenginliğe nasıl engel olamadıklarını kavramak zor. Osage’ların ekonomik refahı, Amerikan yerlilerinin sefaletiyle ilgili bildiğimiz her şeye ters düşüyor çünkü. Ama sonra anlıyoruz ki film, Osage halkına petrolle gelen bu servetin beyazlar tarafından gasp edilme sürecini anlatıyor zaten. Avrupalı işgalcilerin Amerikan yerlilerine neler yaptığını bilenler için filmin gerçekleri konu alması kuşkusuz çok şaşırtıcı değil; ama yine de rahatsız edici.

        Kariyerinin ilk yıllarından bu yana seyircinin özdeşleşemeyeceği, duygusal olarak yanında duramayacağı baş karakterleri sever Scorsese. ‘Dolunay Katilleri’nde Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Ernest Burkhart da onlardan biri… Burkhart’a tarafsız olarak baktığımız ilk sahnelerde onunla ilgili çok olumsuz bir şey gözlemlemiyoruz belki. Birinci Dünya Savaşı’nda orduda aşçı olarak çalışan Ernest, dayısı William King Hale’in (Robert De Niro) çağrısı üzerine geldiği Oklahoma’da taksi şoförü olarak çalışmaya başlıyor. Bir süre sonra, dayısı petrol zengini Osage halkından Mollie (Lily Gladstone) ile evlenmesini öneriyor ona. Evliliğin Mollie’nin servetine ulaşmanın bir aracı olduğunu açık açık söylüyor. Hatta evlenmeden hemen önce Ernest’e ırkçılığını gizlemeden ‘Mollie’ye tahammül edip edemeyeceğini’ dahi soruyor. Mollie’yi güzel ve çekici bulan Ernest ise soruya şaşırarak, ‘birbirlerini severek evlendiklerini’ söylüyor. Başlarda ırkçılıktan uzak yaklaşımı ve sevgisini, umut verici buluyoruz ama Burkhart, bizi hayal kırıklığına uğratmakta gecikmiyor. Bizi sadece Mollie’ye duyduğu sevgi ile bağdaşmayan eylemleri şaşırtmıyor. Bizi asıl şaşırtan, yaptıkları ile Mollie’ye karşı hissettikleri arasında hiçbir çelişki yokmuş gibi yaşamını sürdürmesi oluyor. İşte belki tam da bu nedenle, sinema tarihinin en tuhaf ana karakterlerinden biri bence. Dramatik açıdan aslında öylesine tutarsız davranışları var ki gerçekten yaşamış biri olmasa onun gibi bir karakter hayal edilebileceğini pek sanmıyorum.

        Alışık olmadığımız türde bir anti kahraman Ernest Burkhart. Giderek daha olumsuz bir noktaya sürüklendiği, kötülüğün içine battığı kesin; ama pozitiften negatife doğru bariz değişim eğrisi çizen veya içindeki karanlığı keşfeden biri değil. Değişim geçirmekten ziyade adım adım kendi mahvını hazırlıyor. En önemlisi, tam olarak ne yaptığının; yani elindeki en büyük değeri, Mollie ve çocuklarıyla olan mutluluğunu yok ettiğinin farkında değil. O yüzden, öne çıkan en çarpıcı özelliği, olayların içinde nerdeyse şuursuzca diyebileceğimiz bir pasiflik içinde sürüklenmesi… Birey olamamasını geçtim, zayıf ve iradesiz biri Ernest Burkhart. O yüzden anaakım filmlere alışmış seyircinin hem anlamakta hem katlanmakta zorlanacağı hayli sıra dışı bir ana karakter.

        Mollie’ye ve çocuklarına duyduğu sevgi dışında hiçbir duygusu güçlü değil aslında Burkhart’ın. Belki içinde bir yerlerde vicdan, merhamet gibi duygular var ama davranışlarını ve hayatını değiştiremiyor. Mahalledeki bombalama olayından sonra kafasının çok karıştığı, pişmanlık duyduğu, belirli bir noktadan sonra Hale’in işlerine katılmakta isteksiz olduğu, çelişkilere düştüğü ve ikilemler içinde kaldığı inkâr edilemez. Öte yandan, başına çuval maskesi geçirip eğlence olsun diye silahlı mücevher soygunu yaptığı ve ganimetiyle kumar masasına oturduğu geceden başlayarak suç işlerken kafasının hiç karışık olmadığı ortada.

        Ayrıca kendini kandıran bir karakter. Finale doğru sorgulandığı ve belki hayatında ilk kez kendi hatalarıyla yüzleştiği anlarda, onun yıllar boyunca Mollie konusunda hep kendini kandırdığını anlıyoruz. Bir sahnede Mollie’ye ve çocuklarına asla zarar vermeyeceğini söylüyor ama eylemlerine baktığınızda, Hale ne derse yapmaya devam ettiği o kadar açık ki…

        Ernest Burkhart konusunda Scorsese’nin asıl vurgulamaya çalıştığı kritik noktanın tam da burada düğümlendiğini düşünüyorum. Ernest Burkhart, iktidar veya bağlı bulunduğu lider ne derse harfiyen yerine getiren bütün o kişiliksiz bireyleri; faşizmin sokak gücü olan özgüvensiz insanın koşulsuz itaatini temsil ediyor. Burkhart’ın bir noktadan sonra FBI ajanı Tom White’ın (Jesse Plemons) söylediklerini yapmaya başlamasını unutmamak gerek.

        Ernest, dayısıyla yaptığı ilk konuşmada kadınlara olan ilgisinden söz ederken ırkçı olmadığı anlamına gelen şeyler söylüyor. Belli ki, kendisini ırkçı hissetmiyor. Ama film boyunca yaptıklarına baktığımızda ırkçılığı inkâr edilemez. Filmde Hale’in dolaylı yollardan kiralık katillik teklif ettiği kişilerden biri önce ‘Ben insan öldürmem’ diyor; ama hedefin Amerikan yerlisi olduğunu anlayınca fikrini değiştiriyor. Çünkü yerlilerin Amerikan vatandaşlarıyla eşit olmadığı bir dünyada yaşadığının farkında. Ayrıca polisin onu idare edeceğini biliyor. Daha önemlisi, Hale’in yönettiği bir kentte siyasi güce uyum sağlamak işine geliyor. Ernest de ondan hiç farklı değil.

        Ernest Burkhart’dan sonraki ikinci önemli karakter hiç kuşkusuz Hale ve birçok açıdan Ernest’in zıddı nitelikler taşıyor. Kendisine ‘Kral’ denmesinden hoşlanan Hale ne yaptığının farkında, amaçlarına emin adımlarla ilerleyen güç sahibi bir lider. Ernest ile yaptığı ilk konuşmada ısrarla Osage’lara duyduğu saygıdan söz ediyor. Hatta okuması için ödev niyetine Osage’ların kültürünü anlatan kitap dahi veriyor ona. Hale’i ilk tanıdığımızda onu Osage dilinde konuşurken görmek bizi etkiliyor. Scorsese’nin hedefi bize ters köşe yapmak değil. İstese finale kadar Hale’i, Osage’ların en büyük destekçisi olarak göstermeye devam edebilirdi. Böylesi, anaakım sinemanın ruhuna daha uygun bile olabilirdi. Ama onun asıl derdi ikiyüzlülüğün ardındaki mantığı incelemek… Hale, ırkçılık ve ayrımcılık konusunda ABD’deki ikiyüzlü ruhu çözmüş biri. Irkçı ve ayrımcı görünmemenin bir yolunu bulması gerektiğini biliyor. Irklar arası evliliği, birlikte yaşamayı, akraba olup kaynaşmayı destekleyerek ayrımcılık suçlamasından kendini kurtarıyor… Hale’in sonuna kadar ırkçı olmadığını, Osage’ların gerçek dostu olduğunu iddia etmesini de bir yere not etmek gerek. Hale deyince insanın aklına ikiyüzlülük kadar açgözlülük de geliyor.

        ‘Dolunay Katilleri’ni seyrederken, Hale’in Osage topraklarında yargı ve emniyet kurumlarıyla birlikte kurduğu düzenin sonucu olan faili meçhul cinayetlerin dünyanın başka coğrafyalarında da geçerli özelliklerini gözlemleyebiliyorsunuz.

        Yasal yollardan hedefine doğru yavaş yavaş ilerleyen ve kimseden çekinmeyen Hale’in hesap edemediği şey, ABD yönetiminin J. Edgar Hoover ile birlikte Federal Soruşturma Bürosu (FBI) üzerinden kurmaya çalıştığı yeni merkezi düzen oluyor. Hoover’ın gelecekte neler yapacağını bilen seyirciler için aslında her şey çok ironik. Finaldeki radyo şovu da aynı ironinin parçası…

        Filme dönemin haber filmleri formatında çekilmiş sahnelerle başlayan Scorsese, finali de o yılların radyo şovlarından biriyle bağlıyor. FBI’ın resmi onayı ve desteğiyle hazırlanan radyo programının sahnedeki canlı kaydını izlerken karakterlerin başına neler geldiğini öğreniyoruz. Ama asıl olarak güçlülerin, beyazların bir kez daha kazandığını görüyoruz.

        Scorsese, son dönem filmlerinde hep olduğu gibi biçimcilikten uzak, karakterlere ve hikâyeye odaklı sade bir anlatım benimsiyor. Şiddetten ve kandan elinden geldiğince uzak duruyor. Mesela, Anna’nın (Cara Jade Myers) öldürüldüğü sahneyi uzaktan genel planda tek çekimle bitiriyor. Çektiği cinayet ve zorbalık sahnelerinin tümünde aynı sadelik hâkim. Öldürenlerin serinkanlılığını gösteren bu sahnelerin bizim için ürpertici olduğu kesin.

        Osage kültürünü, törenlerini, şarkılarını özenle filme yerleştiren Scorsese, filme adını veren ve Osage topraklarının kadim değerlerini, doğayla el ele vermiş uygarlıklarını simgeleyen ay çiçeklerini fazla göstermiyor ama çiçeklerin güzelliği aklımızdan çıkmıyor. Hale’in filmin başında söz ettiği Osage’ların soylu sessizliği ile filmin sadeliği arasında bir bağ var sanki.

        Geçtiğimiz ağustos ayında hayatını kaybeden, anne tarafından Mohawk halkının soyundan gelen Kanadalı müzisyen Robbie Robertson’un övgüye değer kompozisyonlarını da çok ölçülü kullanıyor Scorsese. Anaakım Amerikan sinemasının aksine sahnelerini gürültü ve sese boğmuyor. Tam aksine, birçok sahnede sessizliği, sakinliği tercih ediyor.

        Film dışardan bakıldığında, görsel olarak epik bir western izlenimi veriyor. Temelinde ise politik alt metinlerin ağır bastığı sağlam ve realist bir dönem filmi duruyor. Scorsese, bazı sahneleri biçimsel anlamda köpürtmekten uzak duruyor, western ikonografisini öne çıkarmıyor. Stilize anlatıma başvurmuyor, gerçekçi bir hikâye anlatma sineması tercih ediyor. Ama bunun bazı istisnaları var. Mesela, Hale’in sigortadan para almak için topraklarında yangın çıkardığı sahnenin uzaktan tele objektiflerle yapılan çekimlerinde bir cehennem metaforu kuruyor. Hale’in yakınları, ailesi ve kentin ileri gelenlerinin Ernest’i ikna etmek için toplandığı sahnede görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto’nun yakaladığı renk paleti ve aydınlatma tarzı, filmin genelinden farklı bir hava taşıyor. Scorsese’in oradaki amacı, fiziksel olarak bulunmadığı bir mekânda Hale’in Ernest üzerindeki etkisini göstermek.

        Kısa süreli yardımcı roller dahil oyunculuğun öne çıktığı bir film ‘Dolunay Katilleri’… De Niro, Hale’de belki kariyerine çok önemli bir performans eklemiyor ama filmdeki görevini eksiksiz yerine getiriyor. Hale’in ırkçılığı, ikiyüzlülüğü ve açgözlülüğünü etkili şekilde yorumluyor. Mollie’yi canlandıran Lily Gladstone kendini çevresindeki beyazların dünyasından ayıran sakinliği ve az konuşmasıyla melek gibi bir karakter çiziyor. DiCaprio ise kariyerinin belki de en farklı rollerinden biriyle çıkıyor karşımıza. Daha ilk anlardan, karakteri çok iyi yakalayan beden dili ve mimikleriyle başka bir DiCaprio var karşımızda.

        ‘Dolunay Katilleri’, yaklaşık 100 yıl önce ABD’de yaşanan olayları öyle bir ele alıyor ki Avrupa’nın sömürgeci zihniyetinin anatomisini çıkarıyor. 21. Yüzyıl’da beyaz sömürgecilerin Yeryüzü’nün birçok bölgesinde gerçekleştirdiği servet transferi ve soykırımın arkasındaki mantığı görebiliyorsunuz. Politik alt metinleri bir yana, karakterleri, anlatımı ve oyuncularının performanslarıyla seyredilmeyi hak eden bir film.

        8/10